ATATÜRK VE ÇOCUK

Atatürk’ün Manevi Evlatları

         Yakınlarının deyişlerine göre, Atatürk, küçük yaşlardaki çocuklardan hiç hoşlanmaz, hele viyaklamalarına, yaramazlıklarına kesinlikle katlanamazmış.

         Yalnız; ömrünün sonlarına doğru, kundakta görür görmez, hayret edilecek bir yakınlıkla sevip, bağlandığı küçük Ülkü bunların dışında…

         Fakat yine hayret edilecek bir şey ki, genellikle küçük çocuklardan hoşlanmayan Atatürk, ömrü boyunca rastladığı kimsesiz çocukları evlat edinip bağrına basmaktan da kendini almamıştır.

         Eski eniştesi Mustafa Mecdi Bey’den aldığımız bilgilere göre, Atatürk, gençliğinden beri, kız, erkek dokuz çocuğu evlatlık edinmiştir.

         Bunlardan ilki, Birinci Dünya Savaşı esnasında Van’da bulunurken kimsesiz ve muhtaç olduğunu görerek beraberinde alıp İstanbul’a getirdiği sekiz yaşındaki Abdürrahim adındaki çocuktur ki, Akaretler’deki evlerinde annesi Zübeyde Hanım’ın yanında bırakmış, zaferden sonra da Ankara’ya göndererek sanayi mektebinde okutup bir meslek sahibi etmiştir.

         İkincisi, yine genel savaşta, Bitlis geri çekilmesi sırasında kendisine sığınan, altı yedi yaşlarında Afife adlı bir yetim kızdır ki, o karışıklıkta karargâhına katarak, gerilere kadar getirip, İstanbul’da, evlerine göndermiş, okutmuş, büyütmüş, terbiye etmiş, sonra evlendirerek İzmir’e yollamıştır.

         Bundan sonra; Latife Hanım’la evliliklerinden sonra, İstanbul’a gelişlerinde, Kâğıthane’deki Yetimler Yurdu’ndan aldıkları Zehra adındaki evlatlığı bir süre Çankaya Köşkü’nde alıkoyduktan sonra, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne vermiş, oradan Almanya’ya tahsile göndermiş ise de, pek sinirli olan bu kız, yaz tatilini geçirmek üzere İstanbul’a dönerken aklını kaybederek, kendini trenden atıp intihar etmiştir.

         Bu haberi alan Atatürk, büyük bir acı duymuş ve özel surette gönderdiği memurlara, Zehra’nın cesedini getirterek, Ankara’da gömdürmüştür.

         Bu sırada Konya taraflarında geziye çıkan Atatürk, orada acıklı hali kendisine anlatılan Rukiye adındaki kızcağızı, Ankara’ya getirterek Çankaya Köşkü’ne misafir etmiş, uzun bir zaman öğrenim ve terbiyesine de titizlikle durduktan sonra, uygun gördüğü değerli bir jandarma yüzbaşısıyla evlendirmiş, düğünlerini de görkemli bir şekilde Ankara Palas’ta yaptırmıştır.

         Fakat asıl görkemli denebilecek derece muhteşem düğün, Atatürk’ün yine Arnavutköy Amerikan Koleji’nde okuttuktan sonra, tanınmış hariciyecilerden biriyle evlendirdiği manevi evladı Nebile’nin, yine Ankara Palas’ın salonlarında yapılan düğünüdür.

         Nebile, Beylerbeyliydi. Kimsesiz, zeki bir kız olduğu Cevat Abbas Bey tarafından haber alınarak, Atatürk’ün himayesi rica edilmiş ve bu suretle evlatlık olmuştu. Uzunca boylu, sarışın ve zarif bir kız olan Nebile, bir aralık, Serbest Fırka zamanında politikaya da heveslenmiş, hatta o esnada aynı fırkaya katılan Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım’la aralarında Atatürk’ün müdahalesini gerektirecek derecede- anlaşmazlıklar, çekişmeler de olmuştu. Fakat kocasıyla Viyana’ya gittikten bir süre sonra, gözlerine arız olan hastalık, bütün ihtimamlara, tedavilere rağmen, artarak iyileşmez bir hale gelmiş ve bu sırada da kocasından ayrılmıştır.

         Atatürk’ün vefatından sonra, İsmet İnönü’nün himayesine mazhar olan Nebile, çok geçmeden hayata veda etmişti.

         Bayan Sabiha Gökçen’e gelince: Atatürk, kendisini bir Bursa seyahati esnasında tanımıştı. Çanakkale’de şehit olan bir subayın karısı olan ablasının yeni kocasıyla birlikte oturdukları Bursa’daki Hünkâr Köşkü’nü ziyaretleri sırasında, kendisine takdim edilen küçük Sabiha, her hal ve tavrı ve özellikle zekâsıyla, Atatürk’ün dikkatini çekmiş ve böylece, büyük Önder’in iltifat ve himayesine mazhar olmuş, nihayet yine bizzat Atatürk’ün teşvikiyle havacılığa katılmış, ilk Türk kadın pilotu olmak şerefini kazanmıştır.

         Atatürk, manevi evlatları arasında bilhassa Sabiha Gökçen’le iftihar ederdi.

         Bir Yalova gezisi sırasında, tesadüf ettiği Küçük Çoban Mustafa, Atatürk’ün yine, zekâsına hayran olarak, bizzat evlatlık edindiği çocuklardan biridir. Onu okutmuş, Kuleli’ye vermiş, fakat subaylığını göremeden ölmüştür.

         Çoban Mustafa, Atatürk’ün Dolmabahçe’de mübarek na’şını yaşarmış gözlerle selamlarken, Kuleli üniformasını taşıyordu.

         Atatürk, Bayan Afet’i Avrupa’ya tahsile gönderdiği sıralarda, yine evlat bilerek himayesine aldığı Sabriye adındaki genç kızın da Hukuk’a devam etmesini istemişti. Bu şekilde bu bayan, tahsilini başarıyla bitirerek, yargıç olmuştur.

         Bize bu bilgileri veren, Atatürk’ün eski eniştesi Sayın Mustafa Mecdi’nin anlattığına göre, Atatürk’ün bu koruyuculuk özlemi, daha çok ömrü boyunca evlatsız kalıp, annesinin ölümünden sonra kız kardeşinden başka bir yakını bulunmayışından ileri gelmektedir. Koruyuculuk ettiklerinin hepsiyle ilgilenerek, özellikle iyi yetişmeleri için her fedakârlığa katlanan bir baba şefkatiyle severdi.

         O kadar ki; sofrasında daima beraber bulundurur, her arzularını yerine getirirdi.

         Hesabını kitabını iyi bilmekle tanındığı halde, evlat saydıklarından hiçbir şey esirgemezdi ve etrafındakilerin de, onları sevip saymalarını isterdi.

         Çankaya Köşkü’nde, hepsinin bir arada bulunduğu zamanlarda, aralarına kıskançlık girmesin diye, iş taksimi yapardı.

         Masraflarını, Genel Sekreteri Hasan Soyak’a gördürürdü. Harçlıklarını da onun vasıtasıyla verdirirdi.

         Sinemaya, alışverişe veya tensip ettiği herhangi bir ziyarete gidecekleri zaman, yanlarına Arap Nesip Efendi’yi katardı.

         Kızların da baba dedikleri bu Nesip Efendi, uzun yıllar Babıâli’de vükelaya hizmet ile dürüstlüğü, iyi ahlakı, fazileti, namusuyla bilinmiş ve Şükrü Kaya’nın tavsiyesiyle, Atatürk’ün kapıcılığına getirilmiş, hakikaten babacan, melek gibi bir ihtiyardı. Atatürk’ün son derece itimat ve emniyetini kazanan bu ihtiyarın, yine kendi gibi siyahî olan yardımcısı bir de oğlu vardı.

         Bunlardan başka, Atatürk, özel hizmetlerinde kullanarak bir nevi kâhya durumunda bulundurduğu bir de Bekir Çavuş vardı ki, Atatürk bunu, Yozgat isyanının bastırılmasındaki yararlıklarından dolayı takdir ederek yanına almıştı.

Atatürk Kızı Göklerin de Kızı Olacaktır

         Hiç aklımda yokken günün birinde kendimi mavi göklerin bir aşığı olarak buluvermiştim. Sabahın olmasını iple çekiyor, çoğu kez geceleri uyuyamıyordum bu heyecanla. Öğretmenlerim çalışmalarımdan havacılığa olan aşkımdan son derece memnun olduklarını söyleyerek beni yüreklendiriyorlar, bu görüşlerini üst makamlara bildirerek Atatürk’e aksettiriyorlardı. Ankara’daki çalışmalar başarıyla sona erdiği zaman Gazi Paşa beni huzuruna çağırtarak şöyle konuştu:

         “Gökçen, uçuculukla ilgili çalışmalarını yakından takip ettim. Başarın beni kendi başarım kadar sevindirdi. Türk kızlarına güvenmekte ne kadar haklı olduğumu da kanıtladı. Yalnız ben seni bu kadarla bırakmak istemiyorum.”

         “Nasıl emrederseniz efendim” dedim.

         “Planörcülüğün yüksek eğitimini yaparak bu alanda öğretmen olmak istemez misin? Böylece hem kendin yetişmiş olacaksın, hem de gençlerimizi benim isteğim doğrultusunda havacı olarak yetiştireceksin.”

         “Benim için bundan daha kutsal bir görev olamaz efendim.”

         “Güzel… Esasen senden başka türlü bir cevap alamayacağımı biliyordun. Şimdiye kadar ne söyledimse hepsini harfiyen ve hiç itiraz etmeden yerine getirdin. Bunu yaparken de başarılı oldun. Eğitim için yurtdışına gideceksin. Türk Hava Kurumu hesabına Rusya’da eğitim görecek ve yurda öğretmen olarak döneceksin.”

Küçük Ülkü

         Sabiha Gökçen’den bir anı:

         Sisler arasında kalan bir günü anımsıyorum bu arada… Kucağında kırk günlük bir bebekle Çankaya’daki eski köşke gelen Vasfiye Hanım’ı… Vasfiye Hanım kim mi? Anlatayım: Mustafa Kemal Paşa’nın annesi Zübeyde Hanım çok iyiliksever bir insanmış. Elinden geldiğince herkesi yardımına koşar, dertli başları dertten kurtarmaya çalışır, kendi beceremezse oğlunu, biricik Mustafa’sını yardıma çağırırmış. Günü birinde cici bir kız getirmişler kendisine. Tatlı mı tatlı, yaşına rağmen olgun da. Pek beğenmiş bu kızı Zübeyde Hanım, adı Vasfiye imiş. Yanına almış, büyütmüş. Vefatına kadar da hiç yanından ayırmamış. Gün gelmiş kısmeti çıkmış Vasfiye Hanım’ın, hemen evlendirmiş. Ama nedense mutlu olamamış kızcağız. Birkaç kez evlilik geçtiği halde başından, hep dönüp dolaşıp yine Zübeyde Hanım’ın yanına gelmiş. Ve ölümüne kadar da yanından ayrılmamış. Ancak bu acıdan sonra ortada kalmış Vasfiye Hanım. Derken bu boşlukta yaşayamayacağını anlayarak çıkıp Paşa’nın yanına varmış. Ona halini anlatmış. Annesine çok düşkün olan Gazi, Vasfiye Hanımı da onun yadigârı olarak bağrına basıp, yanına almış. Böylece sıkıntılardan kurtulmuş kadıncağız. Yazgısı buymuş ki yine bir kısmeti çıkmış. Ankara Orman Çiftliği İstasyon Şefi Tahsin Bey diye, namuslu bir kişi. (Sonradan soyadı yasası çıkınca Tahsin Çukurluoğlu olmuştu) Paşa’nın onayını alan Vasfiye Hanım, Tahsin Bey’le evlendikten sonra hamile kalmış. Günü gelince de nurtopu gibi bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Şöyle kırk günlük olunca yavruyu Paşa’ya göstermek istemişler. Paşa pek beğenmiş ve adını da kendisi koymuş: Ülkü. Ülkü 1932 yılında Ankara’da doğmuştu. Ana yavrusu olarak bir yıl kadar kendi yuvasında kaldıktan sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa onu da yanına aldırtmış ve ölümüne kadar da köşkten ayırmamıştı. Evet, bu sisler arasında kalan bir hikâyedir. Ülkü’nün doğuşu, köşke gelişi, yazgısının değişmesi böyle başlamıştır.  

Gazi Paşa’sın!

         Ercüment Ekrem Talû’dan bir anı:

         “İlk Cumhurbaşkanı seçildiği günlerdeydi. Bir sabah Çankaya sırtlarında beraberce gezmeye çıkmıştık. Gazi yanına sokulan bir gençle sohbete daldı:

         ‘Adın ne senin?’

         ‘Cemil.’

         ‘Çankaya’da mı oturuyorsun?’

         ‘Yok Ayrancı’da.’

         ‘Okula gidiyor musun?’ Çocuk başını eğdi.

         ‘E… Ne okuyorsun okulda?’

         ‘Her şey okuyoruz.’

         ‘Peki, ben kimim Cemil?’ Çocuk zeki bakışlarını Gazi’nin üzerinde gezdirerek:

         ‘Sen Gazi Paşa’sın.’

         ‘Olmadı Cemil, ben Gazi Paşa değilim, beni benzettin sen.’

         ‘Yok, benzetmedim, iyi biliyorum. Sen Gazi Paşa’sın.’

         ‘Nereden biliyorsun?’ Çocuk kendinden emindi.

         ‘Çünkü kimse sana benzemez.’ Gazi’nin gözleri buğulandı. O eşsiz başın içinden kim bilir ne düşünceler geçti o an.

         ‘Cemil, sen büyüdüğün zaman ne olacaksın? Yanıt o ufacık ağızdan düşünmeden çıkıverdi:

         ‘Asker olacağım.’

         ‘Asker olup ta ne yapacaksın?’

         ‘Düşman bu topraklara bir daha ayak basacak olursa onu buradan kovacağım.’ Gazi hislenmişti, bir şey diyemedi. Küçük Cemil’i kolundan tuttu, kaldırdı ve alnına sıcak bir öpücük kondurdu. Yürümeye başladık.

         ‘Evet, öyledir. Milletin bağrından temiz bir kuşak yetişiyor. Bu emaneti ona bırakacağım ve gözüm arkada kalmayacak.’

 Atatürk Sünnet Düğününde

         Atatürk bir yaz gecesi Acar motoru ile Boğaz’da gezintiye çıkmıştı. Kanlıca önlerine geldiler. Yalılardan birinin bahçesi renkli elektik, krepon kâğıtları ve çiçeklerle donatılmıştı. Anlaşıldığına göre orada büyük bir topluluk eğleniyordu. Acar motorunun gürültüsünü duydular. Kadın erkek, çoluk çocuk alkışla sevgi gösterisinde bulundular. Atatürk çok duygulandı, yalıya yanaşılmasını emretti. Bir sünnet düğünü vardı. Bir vatandaşın mutlu bir gününe katılmaktan doğan sevinç, Atatürk’ün yüzünden açıkça okunuyordu. Sünnet olan çocukların ve anne ile babanın göğüsleri sevinç ve övünçle doldu. Herkesin yüreğini bir neşe kapladı. Ortalığı bir bayram havası sardı. Atatürk ayrılacağı sırada çocukların babasını çağırdı. Bir çek uzattı:
         “Burada uğrayacağımızı bilmediğimiz için hazırlıksız geldik, yarın bankaya uğrar, sonra benim adıma çocuklara birer armağan alırsınız” dedi. Baba çeki saygıyla aldı:

         “Atatürk’üm, alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu çek değerinde olamaz. İzin verin, biz bunu çocuklarımızın sonsuz bir övüncü olarak saklayalım.” Bu ince düşünüş ve tok gözlülükten son derece duygulanan Atatürk:

         “Peki. Siz bu çeki saklayın; ama yarın bankaya uğrayın ve çocukları benim adıma sevindirin” diyerek ikinci bir çek verdi.

Atatürk ve Çoban Çocuk

            

         Atatürk, Antalya’ya giderken yolda verdiği bir mola esnasında bir çocuğun söylediği türkü sesi duyar. Türkü ilgisini çekince türküyü söyleyen kişinin yanına getirilmesini emreder. Atatürk’ün yanındakiler türküyü söyleyen kişiyi bulurlar. Genç bir çoban çocuk türküyü söylemektedir. Atatürk:

         “Türküyü sen mi söylüyorsun?” Diye sorduktan sonra,

         “Burada da söyle de dinleyelim” der. Genç çoban türküyü bitirince Atatürk çocuğu alkışlar ve ‘biis... biis’ diye bağırır. Genç çoban ve yanındakiler anlamayınca Atatürk ‘biis’ in ne olduğunu izah eder:

         “Biis demek, beğendim, tekrar söyle demektir.” Çoban bunun üzerine türküyü tekrarlar. Atatürk’te, cebinden elli lira çıkararak çobana verir. Çoban araya bakar ve:

         “Biis... biis” diye bağırır. Atatürk, bu zeki cevaptan o kadar memnun olur ki, bir elli liralık daha çıkarıp verir ve yanındakilere dönerek o dönemde sürekli Türkiye’ye sataşan İtalyan diktatörü Mussoloni için:

         “İmkân olsaydı da, Musolini şu sahneyi görseydi ve cevabı işitseydi, hangi millete nutuk söylediğini anlardı” der.

Okul Çocukları Üşümesin, Gitsinler!

         Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Latife Hanım, Tarsus’tan Konya’ya ulaşmak için bütün gece tren yolculuğu yapmışlardı. 20 Mart 1923 günü saat dokuzda Karaman’da halk ve okullar tarafından karşılanırlar. Gazi Mustafa Kemal Paşa:

         “Okul çocukları üşümesin, gitsinler.” Öğrencilerin kalmaları için halk çok ısrarda bulunur ve Gazi de:

         “Emin olunuz ki, sizlerle çok büyük bir istekle görüşmek istiyorum. Fakat zaman çok az. Burada kalacağım birkaç saat tüm programımı alt üst edecek. İnşallah geniş bir zamanda yine gelirim, görüşürüz” demiştir. Karaman’ın aydın müftüsü cevap olarak:

         “Sizin sayenizde, Tanrıya şükürler olsun bu günleri gördük. Hâkimiyetimizi elimize aldık. Bundan sonra yine sizin emrinizde çalışacağız. Her türlü ilerlemeye kavuşacağız. Sizin emrinize bakıyoruz. Siz emirlerinizi buyurunuz, biz yapalım. Sizden emir, bizden uygulamak” demiştir. Gazi, müftüye cevap olarak şunları söyler.

         “Allah bize çok seneler ceza çektirdi. Belki, biz bunları hak etmiştik; çektik. Fakat arkasından bir uyanıklık geldi ve kendimizi kurtardık. Bundan sonra da milletin bana güveni devam ettikçe ben de millete karşı borcum olan her hizmeti yapmaya çalışacağım” demiştir.

Leyla ve Mecnun

         Atatürk Türkuvaz’dadır. Büyük bir kalabalık, Büyük Önderi aralarında görmenin heyecanı içinde onun masasının etrafında toplanmıştı.

         Büyük Atatürk’ün gözleri kalabalık arasında, 10-12 yaşlarında harikulade güzel bir minimini kıza takılıyor ve yanına çağırıyor, saçlarını okşuyor ve soruyor.

         “Senin adın nedir?”

         Kız, Atatürk’ün huzurunda olmanın sevinci içinde:

         “Leyla…” Diyor.

         Atatürk gülümsüyor ve yanındakilere dönüyor:

         “Bunun yaşında ve onun Mecnun’u olmayı ne kadar isterdim.”

Atatürk’le Çoban

         Atatürk arada bir güzel havalarda kırlara çıkmayı severdi. Bir arabaya atlar, bir süre gittikten sonra arabadan iner, biraz da yayan dolaşırdı.

         Böyle bir gezinti sırasında dağ başında, kendisini tanımayan bir çobanla ahbaplığa girişmiş, sürüden, koyundan söz ettikten sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:

         “Sen Atatürk’ü bilir misin?”

         “Bilmez miyim efendi? Ona Gazi Paşa da derler.”

         “Peki, ne yapmış, Gazi Paşa?”

         “Efendi, onun ne yaptığını sen benden daha iyi bileceğin.”

         “Onu görmek ister misin?”

         “Öyleyse bana bak, o bana benzer.”

         Çoban övünme saydığı bu söz üzerine dudak bükerek:

         “Haydi oradan. Senin kılığında Atatürk mü olur? Sakalın bıyığın bile yok” karşılığını vermiş.

         Atatürk, çobanın bu küçümsemesini sevimli bir anı diye anlatır ve şöyle bitirdi:

         “Çobanın masum hayalini bozmadım ve onun kafasında bıyıklı sakallı kalmaya razı oldum.”

           

Sığırtmaç Mustafa

         Gazi tarafından 1929 yılında himaye altına alınıp okutulan Yalovalı sığırtmaç Mustafa anlatıyor:

         “O zaman daha sekiz yaşında idim. 1929 yılının yaz ayları içinde (15 Eylül) bir gündü… Sığırları otlata otlata çiftliğe geliyordum. Derken uzakta yirmi kadar atlı belirdi… En öndeki atlı bana doğru geliyordu. Yaklaşınca atından indi; çiftliğe nereden gidildiğini soruyordu. Elimle işaret ettim:
         ‘Siz yanlış yoldan gelmişsiniz… Çiftliğin yolu şuradadır.’
Bu atlı benden adımı öğrenmek istedi:

         ‘Mustafa’ diye cevap verince gülümsedi:

         ‘Benim de adım Mustafa… Demek adaşız.’
Sonra birdenbire:

         ‘Gazi’yi tanır mısın?’ Diye sordu.

         ‘Tanımam’ dedim.

         ‘Onu sever misin?’

         ‘Severim.’
         ‘Niçin seversin?’

         ‘Paşa olduğu için severim.’ Tekrar gülmeye başladı. Ben cılız çelimsiz hasta bir çocuktum.

         ‘Bu adam benimle eğleniyor galiba…’ dedim. Fakat o sorgularının arkasını kesmiyordu; bir aralık sordu:

         ‘Sen ne iş görürsün?’

         ‘İşte şu gördüğün sığırları güderim.’

         ‘Ne kazanırsın?’

         ‘Ayda üç lira…’

         ‘Peki, söyle bana ayda üç lira senede kaç lira eder?’

         Kendisinin ve yanındakilerin yardımıyla ayda üç liranın bir senede ne ettiğini hesaplayarak cevap verdim:

         ‘Otuz altı lira eder.’

         ‘Sana bu otuz altı lirayı versem ne yaparsın?’

         ‘Hiç…’

         ‘Almam ki…’

         ‘Neden almıyorsun?’

         ‘Otuz altı lira çok para…’ Sonra biraz düşünerek ekledim:

         ‘Neden aldın? Diye sorarlar…’

         Tanımadığım yolcu tekrar gülümseyerek:

         ‘Aferin oğlum dedi böyle olmalı… Fakat bu parayı yol gösterdiğin için veriyorum sana. Kimse bir şey demez.’

         Hâlâ benimle alay edildiğini sanıyordum. Otuz altı lirayı kabul etmeye bir şartla razı oldum. Yolda yemek için getirdiğim yarım okka kadar ceviz vardı:

         ‘Bu cevizleri alırsan ben de senin paranı alırım’ dedim.
O bana bir avuç para verdi ben ona bir avuç ceviz verdim. Böylece ödeşmiş olduk. Ayrılacağı sırada tekrar adımı sordu:

         ‘Mustafa’ dedim.

         ‘Benimki de Mustafa ama’ dedi yanında ‘Kemal’i var. Mustafa ile Kemal bir araya gelirse ne olur?’

         Küçük kafamın içi birdenbire karıştı. İlk defa olarak kendime:
         ‘Sakın dedim bu atlı; Mustafa Kemal Paşa olmasın?’ Sonra etrafındakilerin ona karşı gösterdikleri saygılı hareketleri hatırlayarak; kararımı verdim:

         ‘Odur! Odur! Gazi Paşadır.’ Ama kendisine onu tanıdığımı belli etmedim. Giderken sordu:

         ‘Beni başka bir yerde görsen tanır mısın?’

         Başımı salladım:

         ‘Tanımaz mıyım ya… Sen Gazi Mustafa Kemal Paşasın.’
Hayvanlarını dörtnala sürüp gittiler. Ben de sığırlarımı alarak çiftliğe döndüm. Ertesi gün(16 Eylül) kaplıcalara çağırdılar. Kapıdan içeri girince hiç şaşalamadım. Hemen gidip elini öptüm:

         ‘Mustafa, seni çiftliğime kâhya yapacağım. İster misin?’ Sordum:

         ‘Kâhya ne demek?’

         ‘Çobanların en büyüğü odur.’ Cevap vermedim. O tekrar sordu:

         Kâhyalık işi için ayda dört lira versem yetişir mi?

         ‘Siz bilirsiniz’ dedim. Gülümsedi.

         ‘Hayır Mustafa… Seni kâhya yapmayacağım mektebe göndereceğim. Orada okuyup yazma öğreneceksin.’ Sevindim:
         ‘Mektebe gönderiniz. Bu daha iyi’ dedim.

         Aradan yirmi dört saat geçmeden kendimi Şişli’deki Himaye-i Etfal (Çocuk) Hastanesi’nde bulmuştum. Bana orada çok güzel bakıyorlardı. Dört ay içinde tanınmayacak kadar değiştim. Yüzümün sarılığı kayboldu iştahım geldi.
Bir gece yarısı hiç unutmam hastaneye gelmişti (21/22 Eylül). Doğruca benim yattığım odaya girdi. Onu görünce şaşırmıştım. Ayağa kalkmak istedim. Atatürk eli ile engel oldu:

         ‘Sen ayağa kalkmayı bırak da buradan nasıl çıkacağını düşün’ diye gülümsedi.

         Sonra:
         ‘Hani dedi seninle pazarlığa girişmiştik dört lira aylığa razı olmuştun. Şimdi ver bakalım hastane paralarını…’
Küçüktüm sığırtmaçtım. Ama şaka ettiğini anlamıştım:
         ‘Sen koskoca Gazi Paşa’sın. Elbette hastane parasını da verirsin’ dedim. Hastaneden çıktıktan sonra Atatürk beni gene aratarak, Beşiktaş’ta 19’uncu İlk Mektebe yazdırdı.
Beşiktaş’daki okula bir yıl kadar devam ettikten sonra Atatürk beni Maçka’daki Fevziye Lisesine yazdırdı. Lisenin dokuzuncu sınıfında iken imtihan vererek Kuleli Askerî Lisesine geçtim.”

Sevgili gençler, Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençler...

Doğru olun, dürüst olun, doğaya saygılı olun ve de birer küçük Atatürk olun…

Ahmet Gürel

Atatürk Araştırmacısı