Nur, Özgür ve Petek ile masmavi bir bahar sabahının erken saatlerinde İzmir'den yola çıkarken amacımız Afyonkarahisar'ın Çay İlçesi'ne kadar 384 kilometrelik bir yolu geride bırakmak, Çay'dan 2610 metrelik Sultan Dağları'nı aşarak 60 kilometre ötedeki Yalvaç İlçesi'ne ulaşmaktı. Ama birbirimizle hiç konuşmadan, gizlice anlaşmış gibi nereye gideceğimize Oğlananası Köyü yakınlarındaki Trabzon Fırını'nda sıcacık böreklerimizi yerken karar verdik.

Eğirdir'e, Kovada Gölü Milli Parkı'na, Beyşehir Yeşildağ'daki Leylekler Vadisi'ne gidip görmenin hayallerini kurarken, üstelik de bunu planlamışken, haritadaki mesafelere biraz daha dikkatle bakınca iki ğece vve üç günün bu yolculuk için yeterli olmayacağını farkettik.

Bazen birer orta kahve, bazen çay içip gezimize tad katarken, bazen "En yakın OPET istasyonuna kaç kilometre kalmıştır" sorusuna cevap arayarak, çoğu zaman da doğanın aniden bir armağan gibi sunduğu fotoğraf sürprizlerini fırsat bilerek, "Bir yolculuk sırasında insan ne kadar oyalanabilir" konusunda tez yazabilecek kadar bilgi ve deneyim sahibi olduk.

Aslında "Gezmek" kelimesinin tam karşılığı da herhalde budur.

TADINI ÇIKARA ÇIKARA

"Yol arkadaşını iyi seçmeli insan, seçemeyenlerin çoğu yol yorgunu" cümlesinin tam yerine oturduğu bir yolculuk bizimkisi. Birlikte geçirdiğimiz her anın aynı keyifle tadını çıkararak, attığımız adımlardan hiç pişman olmadığımız, zaman kavramının önemini kaybettiği bir yolculuk bu. Çünkü burada nereye gideceğimizin bir önemi yok, önemli olan birlikte gidiyor olmamız.

Hayat kısa bir yolculuk ve her dakikanın tadını çıkarıp zamanı doya doya yaşamak değil mi önemli olan... 

Aydın, Köşk, Atça, Sultanhisar ve Nazilli'yi geride bırakıp Kuyucak sapağından Karacasu'ya yöneldik.AKEPE'li metahhitler bu yolu da yeterince genişletmiş olsa da, sürücülerin doğa ile birlikteliğine engel olmayı başaramamışlar. Hiç olmazsa Karacasu'ya kadar köylerin içinden geçebildiğimiz eski yol hala kullanılabilir durumda.

Elektrik direklerine, çatılara yuva yapan leyleklerin yürekleri ısıttığı Başaran Köyü de bunlardan biri. Her sokakta bir ya da birkaç leylek yuvası, yumurtaların üzerine yatmış bir dişi ve eşlerine sürekli yiyecek taşıyan erkek leylekler köy halkıyla iç içe...

Meyveleri erkenden olgunlaşmış bir kırmızı dut ağacı günün ilk sürpriziydi ve tadı muhteşemdi. Dutların salkım salkım büyüdüğü dallardan avuç avuç ilkbahar topladık.

Dandalaz Barajı yakınlarında, ormanın kuşattığı yolda ilerlerken , güneyli rüzgarların usulca salladığı gelinciklerden yapılmış bir tarlaya rastladık. Mevsimin ilk çağla bademlerini de o tarlanın kıyısına sıralanmış badem ağaçlarından topladık. Yenice Köyü'nü, Türkiye'nin en önemli çömlek üretim merkezlerinden Karacasu'yu, müşterilerini yolmak için hevesle beklenen restoranların sıralandığı Geyre'yi, Afrodisias Antik Kenti'ni(Bütün kalıntıların ortaya çıkarılması için 400 yıl gerekiyormuş, bir arkeolog öyle söylemişti)ardımızda bıraktık.

Gelinciklerin, papatyaların, sarı kantoronların, rengarenk çiçek açmış kiraz, elma, nar ağaçlarının kuşattığı yolda, yıllardır her geçişimde mola verdiğim, bir köşesinden günün her saatinde buz gibi Babadağ suyunun oluk oluk aktığı kendi halinde kır kahvehanesinde, mis gibi bahar havasını ciğerlerimize çekerek soluklandık biraz. Bir köylü çiftin işlettiği bu kahvehaneye, yolunuz düşerse mutlaka uğrayın, demli çayın ve odun ateşinde pişirilmiş kahvenin yanısıra kurutulmuş patlıcan, ince kırmızı biber, kurutulmuş otlar, mevsimine göre elma, kavun ve üzüm de bulabilirsiniz.

Babadağ'ı solumuza alarak birkaç yıl önce yaşanan büyük yangının ardından ağaçlandırılan genç ormanı da geride bıraktık. Yahşiler Köyü'nü geçtikten az sonra karşımıza bereketli topraklarıyla yemyeşil Tavas Ovası çıktı. AKEPE'liler muhtemel burayı görmemiş, görmüş olsalardı bu bereketli ovanın tam ortasında onar katlı bloklar dikerlerdi.

Aylardan nisan ama sıcaktan yaz ortasında gibi hissediyoruz. Bunaldık ve acıktık.

Küçük Anadolu kasabası Tavas, terkedilmiş gibi sakin ve sessiz. Bir dürümcüde uygun fiyatla doyurduk karnımızı.

GÜN BOYUNCA YOLCULUK

Sabah 08.20'de yola çıkmıştık ve Denizli Cankurtaran'da Burdur-Antalya sapağına ulaştığımızda 260 kilometreyi geride bırakmıştık, saat 17.00'ye yakındı ve koca bir gün boyunca bu kadar gelebilmiştik. Bu kadar sürede otoyoldan İstanbul'a gidip dönenler olduğunu biliyorum.

Honaz Dağı Milli Parkı'na ulaşmak buradan çok kolay. Anayolda milli park levhasının bulunduğu yoldan içeriye girince, sadece 4 kilometre sonra doğanın kucağındasınız.

Ancak milli park girişinde, Denizli'nin seçimi kaybeden AKEPE'li belediye başkanı Osman Zolan'ın kocaman bir fotoğrafının yer aldığı "Hoş Geldiniz" levhasını görünce, "Burası Osman Zolan'ın Yeri" dedim. Yandaki bir başka levhada, gözümüze soka soka "Burada içki içmek yasaktır" yazıyordu. Tabii ki hiç ciddiye almadık.

Kamp alanı ateşlerini yakmış, gazozla ızgara yiyen piknikçilerle doluydu. Geriye kalan izlenimlerimizi ve geceyi anlatmadan önce size Honaz Dağı Milli Parkı'nı tanıtmalıyım.

Honaz ilçesi sınırları içinde yer alan Honaz Dağı Milli Parkı’nın yüzölçümü 9.429 hektar. 1995 yılında Milli Park olarak ilan edilen bölge, 2.528 metre ile Ege Bölgesi’nde yer alan en yüksek zirve olarak bilinir. Honaz Dağı Milli Parkı’nın yayılı olduğu alanın bitki örtüsü gür. Ardıç, kızılçam ve karaçam türlerinin çoğunlukta olduğu Honaz Dağı Milli Parkı sahasında endemik tülerde gözlemleniyor. Ayrıca Honaz Dağı Milli Parkı sahasında; keklik, yaban keçisi, örtücü kuşlar, yaban domuzu, yırtıcı kuşlar, tavşan, kirpi, tilki ve porsuk türleri de yaşamlarını sürdürüyor. 

Milli park sahası içinde Colossae Antik Kenti yer alıyor. Ayrıca Colossae Antik Kenti, Büyük Frigya içinde yer alan en ciddi merkezlerden biri. Antik kent içerisinde, pek çok kaya mezarı bulunuyor. Colossae Antik Kenti, Pers eğemenliğinde en parlak dönemlerini yaşamış. Milattan Önce 3. Yüzyıl'dan itibaren Hierapolis ve Laodikeia’nın kurulmasıyla beraber, Colossae Antik Kenti önemini yitirmiş.

SOFRADA ISTAKOZ YOKTU

Milli parkın tek görevlisi saat 17.00'de görevini bitirip gitmişti. Fotoğraf çekerek sahayı dolaştık bir süre. Burayı bundan 20 yıl önce ilk ziyaret ettiğimizde gölgesinde çadır kurduğumuz çınar ağaçları daha devasa gövdeleriyle bıraktığımız yerdeydi. Çınar ağaçlarının çevresine piknikçilerin yararlanmaları için çok sayıda ocak kuruluş, gölgelikli masalar yerleştirilmişti. Gürültülü kalabalık güneş kavuştuktan az sonra dağıldı. Sıcak bir günü bitirmiştik ve güneş gittikten sonra hava tahmin ettiğimiz kadar soğumadı. Yeteri kadar tedbirliydik.

Ocağın ateşini canlandırdık, çayımızı demlenmeye bıraktık, yiyeceklerimizi pişirdik, soframızı donattık ama ıstakoz yoktu. İlk kadehlerimizi yukarıdan gülümseyen yıldızlara kaldırdık. Koca milli parkta yalnızdık ve sessizliğin tadını çıkardık. Günübirlikçiler gidince onların bıraktıkları yiyecek atıkları,bütün gün ormanın içinde sabırla bekleyip ortalık tenhalaşınca kamp alanına gelen tilkilerin, çakalların, domuzların ve belki de kurtların akşam yemeği oluyor.(Küçük bir not: Honaz Dağı kamp alanı tertemizdi. Bu duyarlılığı ve saygıyı gösteren herkese teşekkürler)

Sabah çevremizdeki ağaçlarda koşuşturan, kuşların tatlı bir uğultuya dönüşmüş cıvıltılarıyla alacakaranlıkta uyandık. Gece boyunca kampın köstebekleri de boş durmamış, çadırlarımızın sağında solunda tam saksılık, elenmiş, taşlarından ayrılmış, hamur gibi toprak yığınları bırakmışlardı.(Bir torba doldurup İzmir'e getirdim)

Ocağımızdaki közü yeniden canlandırdık, çaydanlığımızı ateşin bir köşesine yerleştirdik, jambon, pastırma, midye tava, Fransız kaşarı ve Alman ekmeğinden oluşan kahvaltılıklarımızla soframızı donattık. Tabii ki şaka; soframızda haşlanmış yumurta, tulum peyniri, zeytin, biraz sucuk ve kahvaltılık sos vardı. Ama ağaçlarda çiçeklerin henüz açtığı, kuşların cıvıldadığı, Honaz Dağı'nın zirvesinden görünen güneşin ışıklarının içimizi ısıtmaya başladığı bu yemyeşil kamp alanında sadece ekmek ve peynirle yapılmış kahvaltı bile yaşantınızda unutulmayacak anılar arasında yerini alır.

Deprem çantası nasıl hazırlanır? Deprem çantasında neler olmalı? Deprem çantası nasıl hazırlanır? Deprem çantasında neler olmalı?

Çadırları, uyku tulumlarını,battaniyeleri ve diğer malzemeleri toplayıp, paketleyip otomobile özenle yerleştirdik. İkinci günümüze başlıyoruz. Ormanın içindeki asfalt yoldan, yıllar önce olduğu gibi yukarıya doğru çıkıp bölgeyi yukarıdan izlemek istedik ama bir süre sonra demir bir kapı, "Askeri bölge, girmek yasaktır" levhası ile karşılaştık. Yukarıda bir tesis olduğunu biliyorum ama koca bir dağı askeri bölge olarak girişe kapatmak ne derece doğru onu bilmiyorum.

Cankurtaran'dan inip, Denizli'den çıkmak yarım saatten fazla zamanımızı aldı. Bir zamanlar dağın eteğine yerleşmiş görünen Denizli, ovaya öyle yayılmış ki bitmek bilmiyor. Lüks konut siteleri, fabrikalar, yeni mahalleler en verimli tarım alanlarının üzerine keyifle yerleştirilmiş.

Sıcaklık giderek yükselirken Alikurt'u, Bozkurt'u geride bıraktık, tarihi Çardak İstasyonu'nda soluklandık. Burdur'dan gelen Güller Ekspresi'ni karşıladık, uğurladık. Birkaç kilometre sonra demiryolunun neredeyse Acıgöl'ün en yakınından geçtiği yerde fotoğraf çekimi için soluklandık. Bir köşesinde tuz fabrikasının üretimine devam ettiği ve büyük bölümü yıllar önce kuruyan Acıgöl bembeyaz, tuz tabakası ile kaplı. İleride karşı dağın yamaçlarında bir miktar su bulunduğunu görebiliyorsunuz ama o suya ulaşmak oldukça zor.

Mart ayı ortalarından bu yana tek damla yağış düşmediği için göl çevresindeki tarlalarda buğdaylar boy atmamış, başak vermemiş, kurak toprakları tarla fareleri yurt edinmiş.

Dazkırı, Dinar'ı da geride bırakıp son durağımıza Çivril Gölü'ne yöneldik. Günbatımı fotoğrafları çekip İzmir'e doğru yola çıkacağız.

Acıkmıştık, göl kenarında köylü kadınların lezzetli gözlemelerinden yedik. Kahvelerimizi de yudumladıktan sonra göl kıyısına doğru ilerlerken biraz da Çivril Işıklı Gölü'nü tanıtayım.

NİLÜFERLERE AZ KALDI

Akdağ’ın güneyinde bulunan Işıklı Gölü 64 kilometrekare genişliğinde. En derin yerinin 3 metre olduğu gölü Akçay, Gökgöl, Büyük Menderes’in yukarı havzasındaki iki kol ve göl tabanındaki yer altı suları besliyor. 30 yıl önce kerevit yetiştirilip ihraç edilen gölde, 1984 sonbaharında kerevit vebası çıkmasının ardından bu tatlı su ıstakozu üretimi bitti. Gölde yetişen ünlü turna ve sazan balıkları, Dinar ve Sandıklı ilçelerinin atıkları, ayrıca Göle atılan İsrail sazanlarının yumurtaları yemesi yüzünden neredeyse bitme noktasına geldi. Çivril ve Baklan ovalarının sulandığı Işıklı Gölü'nün yönetim planı, Ulusal Sulak Alan Komisyonu tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesine rağmen etkili bir çalışma yok. Göl içindeki küçük saz adalarındaki otlar bilinçsizce yakılarak, kuşların yumurtlama alanları azaltıldığı gibi balıkçılık da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Gölde balıkçılık kontrolsüz ve kaçak olarak yapılıyor. Kara avcılığı gölün en önemli sorunlarından biri. Gölde kış ayları boyunca çok sayıda avcı aralıksız avlanıyor. Su seviyesinin çok yükseldiği bahar aylarında, sazlık ve bataklık gibi kuşların üremesine uygun olan ortamların oluşumu engelleniyor, önemli beslenme olanağı sağlayan çamur düzlükleri sular altında kalıyor. Araştırmalar sonucu gölde 16 takımdan 52 familyaya ait 217 kuş türünün varlığı belirlendi. Göl ve çevresi 2011 yılında koruma alanı ilan edildi.

Güneşi Çivril Gölü'nde uğurladık. Bilmeyenlere hatırlatalım. Işıklı Gölü'nde mayıs ayı ortalarından itibaren nilüferler çiçek açmaya başlıyor. Haziran ayında yeniden burada olacağız, birlikte teknelerle göle açılıp birbirinden güzel nilüfer fotoğrafları çekeceğiz.

Saat 03.00... İzmir'deyiz. 

Yazar: Engin Yavuz

Muhabir: Seçil Ünlü