DESPOTİZM VE BİREY
Despotluk insan tarihinin başlangıcından beri sosyolojik ve politik bir sorundur. Avcı-toplayıcı küçük toplumlarda despotluk kas gücü ile doğru orantılı bir şekilde görülmekle beraber tarım toplumunun ortaya çıkması ve köyleşme ve şehirleşmenin başlaması ilk kez bir organizasyon talebi doğurdu. Toplumun lideri veya liderlerinin meşruiyetini sağlayan bir şeyler bulunmalıydı. Zaten avcı-toplayıcı insanların belli belirsiz animistik inanışları tedricen ilkel dinlere evrilince birçok tanrı ortaya çıktı. İzah edilemeyen her doğal güç/varlık için bir tanrının var olduğu düşünürdü. Güneş tanrısı, fırtına tanrısı veya toprak tanrısı gibi. Daha sonra insan hükmedemediği felaketlere engel olmak için bu tanrılara kurban vermeye başladı. Zamanla duyguların ve metanın da tanrıları ortaya çıktı. Aşk tanrısı, Şarap tanrısı gibi. Daha sonra Zerdüştlük gibi dualist dinlerin ortaya çıkması ile beraber insan iyilik ve kötülüğün kaynağını birbirinden ayırdı. İslam gibi tek tanrının her şeye hakim olduğu dinlerin doğuşuyla beraber kötülükler daha alt seviyedeki şeytana devredildi.
Dinler insandan ne istiyorlardı?
- Kurallara uymasını
- Öte dünyaya inanmasını
- İyilik yapmasını
- Adil olmasını

Kuralların mantıklı olması önemli değildi. Ancak uyulması gerekiyorlardı. Öte dünya inancı ise bu dünyada istediğini bulamayanların eksikliklerinin telafi edileceği yerdi. Tek bir şartla. Kurallara uyma şartıyla. İyilik göreceliydi. Kimlere iyilik yapması gerekirdi? Bunun esasları daha sonra belirlenecekti. Adalet göreceli miydi? Evet. Bunun esasları da iyilik gibi sonra belirlenecekti.
İşte İyilik ve adaletin esaslarının belirlenmesi ve onları belirleyenler toplumsal hiyerarşiye şekil verecekti. Zamanla belirleyici olarak organize bir ruban sınıfı veya fıkıh alimleri ortaya çıktı. Bunlar çoğu zaman liderlerle beraber ve onlara çalışarak iktidarın bir ayağı olarak yaşadılar. Ebu Hanife gibi muktedirin isteklerini kabul etmeyenler ise öldürüldüler.

Kısacası lider kral, sultan, Çar veya İmparator olsa da meşruiyeti tanrıya kadar uzanıyordu. Rönesansla beraber bu meşruiyetin kaynağı olma özelliği tedrici bir şekilde tanrıdan alınıp halk veya millete yani insana devredildi. İşte şimdi konu artık ekseriyetin oylarıydı. Bu ekseriyet başta sadece erkeklerden oluşsa da daha sonra kadınlar da ona dahil oldu.

Peki despotizm bitti mi?

Elbette ki bitmedi. Sadece bu kez oy hakkı olanları etkilemek için yeni yollara başvuruldu. Gerektiğinde yine din kullanıldı. Milliyetçilik kullanıldı. Medyada dezenformasyon yapıldı.

Tüm bunlara karşı koyabilmek için kitle organizasyonları kullanılmaya başlandı. Sendikalar ve STK lar kısmen başarılı oldular. Ancak sendikalar ve STK lar da satınalınabilirlerdi.

Peki o zaman yapılması gereken nedir? Nerede eksiklik var?

Ünlü Alman filozofu Georg Wilhelm Friedrich Hegel’e göre: ‘’Bilinç, doğa içeriği üzerinden bir bitimsize ulaşır; bunun sonucu olarak, Doğuda esas belirleyici olan, ‘’Bireyin erkten duyduğu korkudur.’’ Birey bu korkuya karşı özünü rastlantısal bir şey olarak algılar. Bu bağımlılık, iki tür biçim kazanabilir; Bilinç için söz konusu olan bitimlilik, ya bitimlilik olarak kalır ya da bitimsizliğe dönüşür.’’

Yani bireyin eksik ve zayıf oluşumu doğrudan erkten duyulan korku ile ilgilidir. Bu erk, tanrı, siyasi lider, müdür, öğretmen, eş vs. olabilir. Bireyin gücü olmayınca böylece kitlede kaybolma riski artar. Zayıf birey kendisini Hristiyan, Müslüman, Çinli, Türk, doktor, öğretmen, anne veya bir takımın taraftarı olarak betimler.

İşte bu zayıf bireye hükmetmek daha kolaydır. Hobbs’ın Leviatan’ı güçlendikçe güçlenir. Birey ise silindikçe silinir.

Dr. Arman Afrashi