1990’lı yıllarda üniversitelerde türban tartışmaları gündemi oldukça meşgul eden konuların başında geliyordu.
O yıllarda biz de üniversitede bir tiyatro topluluğu kurmuş, tam kulüp olacakken siyasi gerekçelerle üniversiteden kovulmuştuk. Buca Belediyesine sığındık: Buca’daki kiliselerden biri kültür merkezine dönüştürülmüştü. Orada çalışmaya başladık. Metin Büktel, Hakan Dündar, Macit Sonkan, Semih Çelenk gibi isimlerle çalışıyorduk.
27 Mart Dünya Tiyatro Günü kutlamaları için Ferhan Şensoy ve Aziz Nesin davetlimizdi. Aziz Nesin kitaplarını imzalayıp sohbet edecek, Ferhan Şensoy’da Ferhangi Şeyler isimli oyununu oynayacaktı. Yanlış hatırlamıyorsam afişte 300. Oyun yazıyordu. Çiftte heyecan vardı biz de. Biri edebiyatımızın diğeri de tiyatromuzun devlerindendi.
Aziz Nesin’e yaverlik görevi bana düşmüştü. Aziz Amca'yı otelden alıp getirme görevini kimseye kaptırmadım. Heyecandan, uyuyakalırım korkusuyla geceden hiç uyumamıştım. Yolda gelirken onunla özel anlar yaşayacağımı hayal ediyordum. Otelde buluştuk. Adımı söyleyip kendimi tanıttım.
Taksiye bindik. Ben şoförün yanına oturdum. Aziz Amca arkadaydı. Gençlik, toyluk işte: Kendimden, yazdığımdan bahsetmek istiyordum ona. Cesaretimi toplayıp arkaya döndüm: "Hocam ben de yazıyorum" dedim, küçük yumuk gözlerinin içine bakarak.
Ne söyleyeceğini, bana ne gibi tavsiyeler vereceğini merak ediyordum.
Başını çevirdi ve dışarı baktı. Bir tek kelime; bir jest ya da mimik yapmadı.
Kalakalmıştım öyle.
Neden susuyordu? Benim aklımdan onlarca şey geçiyordu ama Aziz Nesin susuyordu.,
O sustukça da ben söylediğim şeye pişman oluyordum. Utancımdan, yer yarılsa da içine girip yok olsam, hislerindeydim.
Ne zormuş birine bir şey söyleyip de yanıt alamamak. Kendimi değersiz hissediyor, bunu bana yapan Aziz Nesin gözümden düştükçe düşüyordu. İçimden küfürler savuruyordum: Yazar bozuntusu, kibir salağı, saygısız ve daha neler neler...
Şoförün yol sormasını fırsat bilerek önüme döndüm ve bir daha arkama dönmedim. O yol uzadıkça uzadı. İnip gitmeyi bile düşündüm. Tam bir hayal kırıklığı.
İneceğimiz yere yaklaştığımızda arkamdan bir ses duydum. Anlamamıştım. Bir şey istiyor sandım. Döndüm.
Aziz Nesin bana bakıyordu: "Buyurun Hocam? Bir şey mi istediniz? Gürültüden anlayamadım"
"Yazmak, okumaktır Ümit" dedi...
Bu kadar...
Koca yazardan, genç bir yazı heveslisine yazmakla ilgili vereceği öğüt bu kadar mıydı yani? Az geldi bana o gün için. Ben bekliyordum ki yazmak üzerine uzun uzun önerilerde bulunacak, okumam için kitaplar, izlemem için filmler önerecek, hatta 'Yazdıklarımdan örnekler isteyecek' falan...
YAZMAK OKUMAKTIR...
Bu kadar mı yani? Sana soranda kabahat! Geçiştiriyor beni. Atacağı imzayı alacağı paraya bakan yazarlardan biriymiş o da!
Zaten kendimce kitap okuyan biriydim. Ama her yeni kitabı elime alışımda Aziz Amca'nın 'Yazmak okumaktır" sözü aklımın bir ucunda olmuştur.
Yıllar sonra Aziz Amca ile ilgili bu anımı bir dostuma biraz da Aziz Nesin'i sitem ederek bahsettiğimdeki yorumu ilginçti:
"Aziz Nesin sana 'El vermiş' de haberin yok." O gün sana uzun uzun yazmayı anlatsa hangisi aklında kalırdı o öğütlerin?
Oysa ne çok şey anlatıyormuş bu iki kelime.
Yazmak, Okumaktır.
Arabadan inerken kapısını açtım; “Neymiş Ümit?” dedi yanağımı okşayarak:
“Okumakmış Hocam.”
Adımı hatırlıyordu… O gün buna daha mutlu olmuştum sanki…
Oysa gönlümü almış ve el vermiş…
***
O akşam Ferhan Şensoy’un oyunu kiliseden dönme tiyatromuzda oynadı. İzleyen bilir; Ferhan Hoca her Ferhangi Şeyler oyununda o günün gazetelerini okuyarak onların üstüne yorumlar yapar. Kıvrak zekası ile önceden çalışılmamış, doğaçlamalarla izleyiciyi güldüren düşündüren espiri ve yorumlar bana büyük bir buluş gibi gelmişti ki öyle. Sırf bunun için bile kavuğu hak etmiş bir sanatçıdır nazarımda. Bana kalırsa düşüncelerini tiyatro ile yayan bir filozoftur Ferhan Şensoy.
Oyun başladı ve ısındık yavaştan. Ferhangi Şeyler oyunundaki reji gereği günlük gazeteleri okumaya başladı Ferhan Usta: İlk gazeteyi açtı ve manşeti okudu: ÜNİVERSİTELERDE TÜRBAN MI MİNİ ETEK Mİ TARTIŞMASI...
Gazetenin manşeti buydu. Ferhan Şensoy diğer gazetenin manşetine geçmek üzere elindeki gazeteyi kapatırken espriyi patlattı:
“MİNİ TÜRBANA NE DERSİNİZ?”
Bir gözünüzün önüne getirin Minin Türban’ı...
Salon ilk anda refleks veremedi, sanki espiri seyirciyi aşmıştı ama birkaç saniye sonra jeton düştü ve bir kahkaha dalgası geldi geçti.
Ferhan Şensoy’un da kendai espirisine bizimle birlikte güldüğünü o an fark ettim.
Hala Mini Türban, bazen gözümün önünde canlanır ve içim gıdıklanmış gibi gülerim.
***
Birkaç gündür süren bir gündem var: Selamün aleyküm mü Günaydın mı demek lazımmış?
Selam nedir?
İyi niyete, dostluğa, sevgiye, insanlığa dairdir.
Dilinle, elinle, başını sallayarak, bir gülümsemeyle bir verilebilir selam.
Bazen ‘Hayırlı işler’, ‘kolay gelsin’dir.
‘Tarlada çalışana ‘Allah kolaylık versin’ dir.
‘Bol kazançlar’dır, ‘Hayırlı yolculuklar’dır.
Aslında usul, selamı ilk verenin dili ve şekliyle karşılık vermektir, yaygın olarak bu bir görgü nezaket kuralıdır.
Selamın milyon söylenişi ve dili vardır hepsi de birbirinden güzeldir yahu...
Selamın çeşitlerini belli kaideye, belli bir zümreye indirgemek ayrımcılıktan başka bir şey değildir.
Bu saçmalığa da öte yandan/dilden yanıt vermekte aynı saçmalığa çanak tutmaktan başka bir şey değildir.
Şimdi ‘Günaydın’, deyince Sucu, ‘Selamün Aleyküm’ deyince Bucu mu olacağız?
Ya gidin! Delinin biri bi taş atıyo; kırk akıllı da onun ardından atıyor... Başka uğraşacak şey mi kalmadı. Babannem derdi: İşi olmayan şeytan kuyruğu ile oynarmış. Kuyruklarınızla oynayıp duruyoruz.
Böyle ne din olur ne de politika. Böyle yaparak da bizden ne köy ne de kasaba olur...
Böyle olsa olsa ‘ayrımcılık, ikilik, düşmanlık’ olur.
Günaydın mı demek lazımmış, Selamün Aleyküm mü?
Yürüyün ya!
Ferhan Usta’ya selamla;
SELAMÜN GÜNAYDIN’ A NE DERSİNİZ?
Hepinize aleyküm akşamlar dostlar.