Gelin önce Alman Cerrah Prof. Dr. Rudolph Nissen’i tanıyalım. Neden mi? Atatürk’ü o kadar güzel ve anlamlı anlatmış ki, onu tanıtmadan geçmeyi istemedim. Nissen, Münih’te bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1896 yılında dünyaya gelmiş. 1931 yılında ilk akciğer dokusunun ameliyat ile çıkartılması operasyonunu yapmış ve genç yaşta ünü Almanya dışına taşmış. Ancak Yahudi olduğu için rahatı yerinde değilmiş, çünkü Naziler iktidardaymış ve Nissen hep tehdit altındaymış. 1933 yılında Hitler tarafından ülkesinden kovulmuş, o da Türkiye'ye sığınmış. O yıllarda genç Türkiye Cumhuriyeti çağdaşlaşınca ve üniversiteler açılınca Gazi Mustafa Kemal Atatürk, henüz 37 yaşında Ordinaryüs Profesör olan Dr. Rudolph Nissen’i İstanbul’a davet ederek, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Cerrahpaşa’daki 1. Cerrahi Kliniği’ne direktör olarak atanmasını sağlamış. Nissen Türkiye’de kaldığı sürede Türk Tıbbı’na akademik ve idari anlamda büyük katkılar sağlamış. Ayrıldıktan sonra da ilişkisini hiç kesmemiş. Geride yeni cerrahi binasının planlanması, Türkçe ve Almanca yazılmış 4 cerrahi kitabı, 62 adet Türkçe yazılmış bilimsel makale ve yetiştirdiği onlarca öğrenci, asistan ve cerrah bırakarak ayrılmış. Dr. Nissen, 1939-1952 yılları arasında ABD’de çalıştığı yıllarda ünlü Fizikçi Albert Einstein’ı ameliyat ederek sağlığına kavuşturmuş ve onun bilimsel çalışmalarına devam etmesini sağlamış.
Sıra geldi Dr. Nissen’in “Helle Blaetter, Dunkle Blaetter" adlı 400 sayfalık anı kitabında Gazi Mutafa Kemal Atatürk ile ilgili izlenimlerini, ve o büyük insan için neler hissettiğini bakın nasıl kaleme almış:
“1935 senesinde Atatürk, o tarihlerde tedavi etmekte olduğum kız kardeşi Makbule Atadan'ı ziyarete gelmişti. Benden hasta hakkından bilgi aldıktan sonra, bana ‘Hitler hakkında ne düşündüğümü’ sordu. Ben de, kendisinin seçimlerle iktidara geldiğini söylemeye başlayınca, beni susturdu ve sözlerine şöyle devam etti; ‘Bakın Herr Professör, dünya tarihi Hitler gibi kendisini bütün tarihlerin en güçlü devlet adamı ve komutanı sanan megolamanlarla doludur. O da, göreceksiniz kendi ülkesini ve dünyayı büyük bir felakete sürükleyecektir ve tarih de onu öyle anacaktır. Devlet adamı deneyimi olmayanlara, devlet idaresini teslim etmek çok büyük bir hatadır…”
Nissen anılarında Atatürk ile izlenimlerini şöyle sürdürüyor: “Atatürk'ün dedikleri kısa zaman sonra gerçek oldu. O büyük insan, İstiklal Savaşı’nı kazandıktan sonra üniformasını sırtından çıkardı ve bir daha da hiç giymedi. Osmanlı'dan enkaz halinde devraldığı ülkesini kısa zamanda medeni bir dünya devleti haline getirdi. Bana, ‘Kötü ruhlu kişiler dedikodumu yapmaya kalkıp, Mustafa Kemal dün akşam içki içmiş, dans etmiş derlerse, evet içti, evet dans etti cevabını verin. Her şeyi, günahı da sevabı da açık yapmak gerekir. Ne yapacaksak daima milletin gözünün önünde yapacağız’ dedi.
Atatürk harbiye öğrencisiyken, arkadaşlarıyla sık sık Çemberlitaş'a gider, Tavuk Pazarı'nda Yorgo'nun meyhanesine uğrarlarmış. Cumhurbaşkanı olduktan sonra da o insanlardan uzaklaşmadı. Yaz aylarında Büyük Ada Anadolu Kulübü favorisiydi. Kış aylarında Park Otel'in akşam yemeklerini çok severdi. Atatürk, Türk insanını Cumhuriyet'le birlikte eğlenme özgürlüğüne de kavuşturdu. Yurttaşların geceleri ailece dışarı çıkmalarından, ailece eğlenmelerinden çok memnun olurdu, onları teşvik ederdi. Restoranda, akşam yemeğinde çocuklu aile görürse, çocuğu mutlaka yanına çağırır, hatıra olarak saatini veya kalemini hediye ederdi. Çocukları çok severdi. Para ödemeden de asla çıkmazdı. Kimsenin kendisinden para istemeyeceğini bildiği için, kalkmadan önce mutlaka kontrol eder, ‘gazinocunun parasını ödediniz mi’ diye sorar ve ödendi cevabını almadan, kalkmazdı.
Çay aramazdı. Kahve tiryakisiydi. Çalışırken peş peşe isterdi. Köpüklü sever ve sade içerdi. İçki de içerdi, zihnini dinlendirme ilacıydı. Adabıyla, ölçülü tüketirdi. Sarhoş olduğu asla görülmedi. Konuşmasının bozulduğu hiç olmadı. Savaşlar sırasında ağzına sürmezdi. ‘Leylek boynu’ tabir edilen kadehle içerdi. Buz koymazdı. Meze aramazdı. Sarı leblebi olmazsa olmazıydı. Yemekle beraber içmezdi. Önce içki faslını geçer, üstüne yemeğini yerdi. Sofrada altı yedi saat oturur, bunun en fazla bir saati içkili olurdu. Şarap ve şampanyayı resmi ağırlamalarda tercih ederdi. Sadece yabancı misafirlere ikram edildiğinde masaya gelirdi. İskambil oyunlarının tamamına hakimdi. Briç, bezik ve kanasta oynardı. Tavla'ya Manastır'dayken başlamıştı. Bilardocuydu. Tek başına bilardo oynuyorsa, düşünüyor demekti. Arada ıstakayı bırakır, notlar alırdı. Müzik severdi. Müzik kültürünün sadece fizyolojik ve psikolojik yönüyle değil, sosyolojik yönüyle de ilgileniyordu. Dinlemeyi de, söylemeyi de severdi. Müzik eğitimi almamıştı ama, nota bilirdi, makam bilirdi. ‘Hayat musikidir’ derdi. ‘Musikiyle alakası olmayan mahlukat, insan değildir’ diyordu. Rumeli Türkülerinin yeri ayrıydı. Vardar Ovası'nı dinlemekten bıkmazdı. Tekrar tekrar söyletirdi. Fuzuli'nin Nedim'in güftelerini çok beğenirdi. Nihavend, Rast ve Segah makamlarını tercih ederdi. Bağırarak okuyanlardan hoşlanmazdı. Bektaşi nefeslerini çok etkileyici bulurdu. Gazel okuturdu. Fasıl severdi. Yakın arkadaşları, sevdiği misafirleri geldiğinde ince saz heyetini çağırırdı. İstek şarkılar listesini bizzat yazarak verirdi. Safiye Ayla için ‘dünya çapında’ diyordu.
Onun sesinden ‘Yanık Ömer’ dinlemeye doyamazdı. Müzik kitaplarını incelerdi. Fransız müzik teorisyeni Albert Lavignac'ın ‘müzik ve müzisyenler’ eserini orijinalinden okumuştu, satırların yanına notlar almıştı. Barok müziğe meraklıydı. Enstrümanların tarihsel gelişimini araştırıyordu. Rahmetli olduğunda sayım yapıldı, Çankaya Köşkü'nde 464 adet plak vardı. Beethoven'ın eserleri ile Viyana Filarmoni Orkestrası ve Philadelphia Filarmoni Orkestrası'nın albümlerini satın almıştı. Arşivinde, Paul Whiteman'dan Last Night, Jan Garber'den Sweet Georgia Brown, Jack Hylton'dan Nothing Else To Do, Harry Roy'dan Cheek to Cheek parçaları vardı. Caz ve Rebetiko dinliyordu. Roza Eskenazi'den Murmuraki'yi çok severdi. Tango, vals, foxtrot plakları vardı. En geniş liste Türk müziğine aitti. Hafız Kemal beyin gazelini, Hafız Osman Efendi’nin klarnet taksimini, Udi Nevres, Tamburi Cemil ve Kanuni Hüseyin Sadettin beylerin taksimlerini dinlemeye doyamazdı. Çankaya'da, Dolmabahçe'de, Yalova'da, Savarona'da ve treninde, gramofonsuz mekan yoktu. Şahane dans ederdi. Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda bulunmuştu:
‘Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor. Muhteşem zeybek oynardı ve Milli Dans’ olmasını önerdi. Köy düğünlerinde, sırtından ceketini fırlatır atar, içten, doğal neşesiyle halaya katılırdı. Gönlünden geçtiği gibi yaşardı. O, ne der, bu ne der, mahalle baskısı, umursamaz, insanların da tıpkı böyle, özgürce yaşamalarını isterdi. Tiyatronun hamisiydi, çok sever ve sıkça giderdi. Sinema da öyle… Çankaya'da ve Dolmabahçe'de izleme imkanı varken, topluma örnek olmak için, bizzat sinemaya herkes görsün diye yürüyerek giderdi. İzmir İkiçeşmelik'te Ankara Sineması’na Mustafa Kemal, Latife Hanımla birlikte geldi, salona baktı, hınca hınç erkek doluydu. ‘Neden hiç kadın yok?’ diye sordu sinemacıya, ‘Paşam kadınlara yalnız salı günleri film gösteriyoruz’ cevabı alınca yaverine döndü ve ‘Salonun yarısını boşaltın, bizi karşılamak için dışarıda biriken kadınları davet edin’ dedi. Kadınlar alkışlayarak ve ağlayarak salonu doldurdu. Koridorlar bile tıklım tıklım kadın oldu. Hep birlikte ‘Şarlo İdama Mahkum’ filmini seyrettiler. Bu bir Milattı, kadın-erkek bir arada, tarihimizde ilk kez işte böyle film izlendi. Sinemacıya ‘Hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı?’ dedi ve kahkahalarla tekrar seyrettiler. Eğlencenin çalışmak kadar önemli olduğunu, ikisini birlikte götürmeyi başaranların ‘medeni insan’ olduğunu söyledi.”
MUSTAFA KEMAL, işte budur…
ATATÜRK, bir yaşam felsefesidir…
Sevgi ve saygılarımla…