Gencecik bir delikanlıyım. 21 yaşım, askerliği iki sene daha tecil ettirmişim, arkadaşlarla haytalık peşindeyiz. Memleketteyim, Bolu’da… Ufuk, Aydın, ben oturuyoruz. Aslında hem ben hem Aydın, Ufuk’un arkadaşlarıyız. Bizi o tanıştırdı yani. Benden birkaç yaş büyük, belki üç belki dört. Ama benim bilmediklerimi biliyor. Batak mesela. Hoş ben hala öğrenemedim ama o çok iyi biliyor. 17 Ağustos depreminin üzerinden henüz 87 gün geçmiş, kimse ne yapacağını tam olarak bilemiyor. Genel bir başıboşluk var aslında, kafeler geç saatlere kadar açık, insanlar uzun saatler parklarda, banklarda oturuyor. Biz de yapacak bir şey bulamadık, bir kenarda laflıyoruz. Dedim ki, “Batak oynayalım mı?” Aydın “Beceremiyorsun ki oğlum, batıp duruyorsun. Hem üç kişiyiz” ısrar ettim “Üç, beş, sekiz oynarız. Olmaz mı? Olmadı Barış da gelir, dört oluruz” “Yok” dedi. “Eve gitmem lazım, babam evde tek” 

Babam evde tek deyince ısrar edemiyorduk Aydın’a. Annelerini hiç sormadım ama yoktu. Ağabeyi, birkaç yıl önce hayatına son vermiş, cenazesini Aydın bulmuştu. Babacığıyla bir başlarına Yıldız Apartmanında oturuyorlardı. Aydın gitti, Ufukla ben de yürümeye ve geleceği hayal etmeye başladık. Ne iş yapacaktık, nasıl bir hayatımız olacaktı? Kimlerle evlenecektik acaba? Sonra bir uğultu ve sarsıntı hissettik. Ayakta olduğumuz halde dengemiz bozuldu. Deprem oluyordu. 17 Ağustos’tan hazırlıklı olanlar kendini sokağa attı. Sallantı sürdü sürdü yavaşladı. Sonra halı silker gibi, son bir canı kalmış gibi, bir kez daha yükselip birdenbire alçaldı sanki toprak. İşte o zaman büyük bir uğultu yayıldı şehre. Evlere koştuk hemen, şükür bir şey yoktu evimizde annem, babam, ablam bir aradaydık. Sonra yüzü gözü toz içinde insanlar geçmeye başladı. 

Yıldız Apartmanı yıkılmış dedi biri. Yıldız Apartmanı neredeydi, nereden tanıdık geliyordu? Ah dedim… İnşallah varamamıştır evine, inşallah yolda yakalanmıştır. Babası evdeydi. Ya çıkamadıysa adamcağız. Ben bir bakayım dedim bizimkilere, koşa koşa birkaç mahalle ötemizdeki Yıldız Apartmanına… Hürriyet Caddesini boydan boya koştum, sola dönüp Atatürk Bulvarını da… Dalağım şişti bir ara. Sonra yine koştum. D-100’e çıkmadan önceki ilk sokaktan sağa döndüm ki göz gözü görmüyor. Binaya yaklaşmaya çalıştıkça daha fazla toz duman soluyor, nefes alamaz hale geliyordunuz. Aydın ve babası maalesef Yıldız Apartmanında can verdi. Sonra anneme, Celalettin dayımın, karısının ve iki kızının da Düzce’de hayatını kaybettiğini söylemek zorunda kaldım. Berbat günlerdi… 

Resmi rakamlara göre 845 kişi hayatını kaybetti. 4948 kişi yaralandı, birçoğu sakat kaldı, uzuvlarını kaybetti. Günler sonra Düzce’ye gittiğimizde, annemin yıllarca yaşadığı sokağı bulamayışını, kente çöken ceset ve enkaz kokusunu, insanların nasıl robotlaştığını. Bütün o hengamenin içindeki sessizliği unutamayacağım. 

Geçtiğimiz günlerde Buca’da bir deprem yaşadık. İlk aklıma gelen şey, 12 Kasım depremi oldu. 30 Ekim’de yaşadığımız felakette hasar gören kaç ev yıkılacak, bu saatte herkes evinde, kaçamayacaklar da dedim. Çok şükür korktuğum olmadı ama yine de iki yurttaşımızı kaybettik. Bizim 1999’da yaptığımız hatayı, siz 2022’de yapmayın. Lütfen hasarlı, güvenli olmayan binalarda oturmayalım, lütfen gerekli tedbirleri alalım, depreme karşı en azından biz bireysel olarak hazır olmaya çalışalım. Evlerimizdeki eşyaları sabitleyelim, deprem çantası hazırlayalım, çök, kapan, tutun gibi korunma yöntemlerini çalışalım, evlerimizde muhtemel yaşam üçgenleri oluşturalım.

Sonra ne mi oldu?

Binlerce insan gibi biz de Türk Silahlı Kuvvetlerinin ya da yurt dışından gelen yardımlarla kurulan barınma istasyonlarına yerleştik. İspanyol Çadırkentinde arkadaşlarımız vardı. Aydın’ın adını orada gördüm son kez. Aydın Aksel Sokağı 41-59 yazıyordu tabelada… Rahmetli dayımı, eşini ve iki kızını günler sonra artık enkaza iş makineleri girince çıkartabildik. Sonra da hasarlı binaları “güçlendirip,” oturmaya devam ettik…

***

10 Kasım’ı da unutmadım elbette… Size onun sözleriyle veda edeyim: “Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.”