Annem, Eski Borlu'da rüzgârın kızıymış.
Yağmur adındaki atına biner, dere tepe koşuştururmuş. Hele Yağmur'u yularından tutup da şahlandırması yok mu, herkesin dilindeymiş.
Henüz ondördünde olmasına karşın Eski Borlu'nun yetişkinlerinden çok daha güzel ata binermiş.
Şiribey'in Sarı Kızı Rasime ve Yağmur, evlerin/ kahvelerin de konusu olurmuş bazen.
Amcasının oğlu Kazım ile evlenince Yağmur'un yanı sıra çok sayıda kazları ve tavukları da olmuş.
*
Eski Borlu’nun, Gediz’in suları altında kalması sonucu yerleştiğimiz Köprübaşı'ndayken atımız yoktu. Artık cipimiz vardı. 200 civarında koyunumuz ve de 7 köpeğimiz…
Aslan, o kadar iriydi ki ata biner gibi binerdik biz ona. Koyun sürümüzün üç muhafızından biriydi.
Aslan'ın yattığı yer bile diğerlerinden farklıydı. Annemlerin yatak odasının altındaki depoda yatardı o.
Ahmet amcamın Akça'sıyla geçinemezdi hiç. Onu görünce kuduza dönerdi. Laf aramızda Akça, sevimsiz mi sevimsiz bir köpekti.
Aslan, bazı günler sürüyle gitmez, evde kalırdı. Babamın yanında ciple kahveye ve tarlaya gider gelirdi.
Aslan, hepimizin sevgilisiydi. Kuyruğunu sağa sola sallar hep sokulurdu bize. Üstüme bin der gibi olunca biz de sırayla üstüne çıkar evin çevresinde dolanırdık onunla.
Ne zaman ki Salihli'ye göçtük… Aslan’sız kaldık… Hepimiz hasta olduk.
Ne hastalığı diye soracak olursanız, üşenmeden anlatayım...
4 kardeşiz. Annem de babam da okumamızı istiyor. Köprübaşı'nda ise sadece ilkokul var. Abim, ortaokul için Salihli'deki amcamlarda kalıyordu.Köyden onu uğurlarken babam dışında hepimizin gözünün sulandığını daha dün gibi biliyorum.
Bizler de büyümekteyiz. '' Bu böyle olmaz, biz de gideceğiz! '' diyen annemin kararlılığı babamı da yola getirmişti sonunda.
Artık Salihlili olmuştuk.
Babam, her cuma sabahı Köprübaşı'na gidiyor, akşamına dönüyordu. Çiftçilerle görüşme ve fotoğraf işi için...
Körüklü fotoğraf makinesi vardı babamın. Köyde bir başka makine de yoktu. Resmi işlemleri olanlar için babam tek adresti. Fotoğraf çekmenin yanı sıra mühür de kazıyordu.
Köprübaşı'nın pazarı cuma günü kurulduğundan çevredeki tüm köyler o gün Köprübaşı'na gelirdi. Köyler dediysem siz doğrusunu anlayın… Köylüler !
Babam için çok kazançlıydı cuma günleri. İşi bitmez ise kalır, ertesi gün dönerdi.
Koyunları satmış, sadece tarlamızın ürünleriyle, fotoğraf ve mühür kazma işiyle geçiniyorduk anlaşılan...
Arada bir babamla ben de gidip geliyordum.
İşte, Köprübaşı’na o ilk gidişimde tanık oldum unutamadığım/ unutamayacağım mucizevi sahneye.
Köprübaşı, Salihli’ye 55 kilometre. Çok virajlı ve toprak yolu nedeniyle ancak bir buçuk saatte ulaşabiliyoruz. Köye üç dört kilometre kala, tepenin başında birden bir köpek çıktı karşımıza. Çılgıncasına kuyruk sallayan ve havlayan, iri bir köpek… Üzerimize saldıracak gibi...
Sanki bir tanıdığa benziyordu.
'' Bu bizim Aslan değil mi bab? '' dediğimde sert görünüşlü babamın gözünün yaşardığına tanık oldum. Tepeden aşağıya doğru inerken sağımızda bizimle birlikte koşuşturan köpek, Aslan'ın ta kendisiydi.
Arabayı sağa çeken babamın inip Aslan'la sarmaş dolmaş olduğunu o gün ilk kez görüyordum. Durmadan babamı yalayan Aslan, hoşgeldin ağam der gibiydi. Dakikalarca sürdü bu. Babam da ensesini avuçlayıp, öpüp kokluyordu onu.
Nasıl da burkuldu içim. Babam hiç böyle sevmiyordu beni ve kardeşlerimi...
Cipte de babamın sağına geçip bir yola bir de babama bakıp duruyordu mütemadiyen… Mutluluktan çıldırmışa benziyordu. Beni de seviyordu ama gözünü babamdan ayırdığı yoktu.
Mağazamıza gelince kuyruğunu sallaya sallaya babamın yanıbaşına çöktü, öylecene durdu. Müşteriler henüz adım atmadan kahvaltımızı yaparken, babam Salihli'den getirdiği torbadan Aslan'ın kemiklerini çıkarıp önüne koydu. Nasıl da iştahla yedi, görecektiniz.
***
Akşama doğru yola çıktık. O sağımızda… Çok yorulmasın diye babam sürat yapmıyordu. Rampanın sonuna kadar bizimle geldi. Sabah karşılaştığımız noktaya kadar takip etti bizi. Tam o noktada durdu. Gözlerimiz hep ondaydı. Biz de durduk. İndik. Bu kez kuyruk sallamıyordu. Havladığı da yoktu. Başı öndeydi. Gözleri sanki buğulanmıştı. Babam çöktü ve neşesini okşamaya başladı. Gözleri yaşarmıştı gene.‘’ Benim aslan oğlum’’ dedi. Öptü, kokladı ve poposuna bir şaplak vurdu, ‘’ Haydi, şimdi doğru eve git! ‘’ dedi.
Kemahlı’ya doğru ilerlerken babam dikiz aynasından arkaya bakıp duruyordu. Dönüp dönüp Aslan’a bakan da bendim. Virajı dönerken biz, o hâlâ bize bakıyordu.
Aradan yıllar geçti, o mahzunluğu hâlâ gitmedi gözlerimin önünden.
Babamın anlattığına göre bu olay her cuma yaşanıyordu.
Cuma gününün geldiğini nasıl biliyordu, işte bunu bir türlü öğrenemedim.
Sabah mutluluktan uçan, akşam üzeri neredeyse ağlayan Aslan'ı yıllarca unutamadım.
Keşke bir yazar olsam da Aslan’ı anlatsam dediğim çok oldu o yıllarda.
*
Salihli'de ise Pamuk'umuz vardı. Aileden biri diyebilirsiniz ona...
Pamuk'u Kula Emniyet Amiri çok sevmiş ve babamdan istemiş. Babam da istemeye istemeye vermiş. Hepimiz nasıl da kızmıştık babama.
O ne ! Bir hafta sonra Pamuk kapının önünde...
Kapıyı açtığında onu karşısında gören annem çığlığı basmıştı: Pamuk’um / yavrum !
Köpeksizliğe dayanamayan babam, Pamuk'tan sonra ona benzeyen ama bu kez bembeyaz değil de sarılı- kahveli birini bulmuştu. Bahçede de ona güzel bir ev(!) yapmıştı hatta.
İçeri giren Pamuk, herbirimizi yalayıp yutmuştu adeta... Nasıl da kıpır kıpırdı. Kula ile Salihli arası 46 kilometreydi. Nasıl olur da bir hafta sonra bize dönerdi, anlayamamıştık doğrusu...
O gün unutamayacağımız bir sahne yaşandı evimizde. Herbirimizi yalayıp yutan Pamuk, uçarcasına bahçeye fırladı. Biz de arkasından niyetlenmiştik ki bir baktık Pamuk karşımızda!
Keyfi kaçmış, durgunlaşmıştı sanki… Biraz önceki Pamuk gitmiş başka bir Pamuk gelmişti adeta.
Kapıya gitti ve kuyruğunu kapıya çarpmaya başladı. Açtık.
Pamuk'u son görüşümüz oldu bu.
*
Köpeksiz kaldığımız dönemde ise evimizin bahçesi ve sığınağa benzer kileri tavşan kaynıyordu. Abim, iki tavşan almıştı ama son sayı 52’ydi yanılmıyorsam. Delik deşik ettiler ortalığı diye dağıtmıştık onları.
***
Salihli'de 80 Evler'de otururken 12 muhabbet kuşumuz vardı.
Öğretmenlik yaptığım Bergama köyünde rengarenk muhabbet kuşlarım olduğunu öğrencilerim ve köylülerim bilir. Kuş olmadan yapamıyordum. Rengarenk kuşlarımı gören Melahat komşumun ‘’ Vıyy, hoca bu kuşları nasıl boyadın böyle! ‘’ deyişini hiç unutmam.
Güvercinlerimin sayısı ise 30’du.
Müfettiş geldiğinde teftişi unutur, güvercinlerimi yemler, uçurur, kendinden geçerdi.
Mesai sonrası ise Güngör başta olmak üzere Ahmet, Aydın ve Cihan’la kuş yakalamaya çıkardık. Mağaradaki yarasaları izlerdik ürpertiyle.
Daha başka…
102 cm. uzunluğunda bir yılan yakalamıştık bir defasında. Yaralamıştık biraz… İki gün sütlükte besledim onu.
Aynı grupla Salih dedelerin evinin oralarda kayrak taşları altında yaşayan sarı sarı akrepleri yakalar, kibrit kutusuna koyardım. Öğrencinin olmadığı zamanlarda derslikte onlarla akla gelmez deneyler yapardım.
Aslında biyolog olmalıydım ben. Zoolog ya da ornitolog olanlar, benim kadar meraklı mıydı acaba bu dilsiz canlılar dünyasına, bildiğim yok … Çalıştığım köy, bana hayvanlar dünyasını yakından tanımak için laboratuvar olmuştu.
***
Yeşilyurt’taki evimizde ise bir muhabbet kuşumuz ve balıklarımız vardı.
Geceleri akvaryumun karşısına geçer onları izlerdim. Akvaryumumuz, gece lambası gibiydi. Mor, kırmızı, beyaz ve sarı ışıklı… Ve rengârenk balıklar…
Muhabbet kuşuna üç dört sözcüğü de öğretmiştik. Canım, cicikom, cici kuş gibi…
Bir kış günü öldü.
Öldüğünde üç gün buzdolabının buzluğundaydı. Gömmeye, çöp bidonuna atmaya gönlüm razı olmamıştı. Her sabah ve akşam buzluğu açıp ona bakıyordum, öpüyordum.
Bir sabah kızımın çığlığıyla yerimden fırladım. Kızım, buzdolabının yanında heykel gibiydi.
Nasıl olsa buzluğu açmazlar diye düşünüyordum ben. Nereden bilebilirdim…
Az ötemizdeki araziye gömerken içim kan ağlıyordu.
*
Son altı yıldır ise Frenk ile birlikteyiz. Kızım Frenk diyor, ben ise Karaoğlan…
Nüfus cüzdanı bile var.
Karaoğlan, kapkara… Sevimli mi sevimli… Kızım onu yavruyken almıştı. Şimdi dana gibi. Karaoğlan tam bir oyun kedisi… Özellikleri saymakla bitmez.
Eve büyücek bir kara sinek mi girdi, ne yapıp edip yakalar, oynar onunla. Sonunda mı ' Söylemeyeyim…
Elimde poşetle içeri mi girdim'
Poşeti koklaya koklaya bir hâl olur. Boşaltınca da pat diye içine giriverir. Poşetin içine girmeye bayılıyor.İçinden de ancak canı isterse çıkıyor.
Eve yabancı biri girmeye görsün, paçalarını koklaya koklaya bir helâk oluyor.
Evde balık mı va? Sofranın baş köşesinde o!
Elini uzatıp tabağımızdan balık araklamasına gerek yok… Önceden yapıyordu bunu…
Şimdi elimizden alıp yiyor. Sağa sola çarparak…
Kesinlikle bulanık, kirli bir suyu içmiyor. Uzun uzun kokluyor, temiz değilse içmiyor.
Son günlerde de bizim su içtiğimiz bardaklardan su içer oldu. Kendisine ait olan tastan içmez oldu. Beyefendi, Karşıyakalı ne de olsa…
Gün boyu uyuduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum. Önceden bilmiyordum bunu. Evde kaldığım günlerde öğrendim. Nerde mi uyuyor'
Gardrobun içine girip havluların/ pikelerin üzerinde…
Bir gün hiç sesini sedasını duymayınca evin içinde aranmaya başladım bizim Karaoğlan’ı. Yok oğlu yok!
İnanması zor! Yatağın üstünde serili olan yorganın altına girmiş, öylecene uyumakta…
Yorganın kıpırdadığını görünce farkettim. Öyle sevimliydi ki… Okşayıp sevmem çok hoşuna gitmiş olmalı ki, şimdi sürekli yorganın altında buluyorum onu.
Koli içinde bir şeyler getirmeyeyeyim eve. Ne mi yapıyo? Koliyi boşaltır boşaltmaz hemen içine atlıyor. Kolinin içine girip yatmak onu öyle mutlu ediyor ki…
Şurası kesin ki, bizimkisi panterden farksız. Topu Frenk kadar iyi takip eden, topa mükemmel hâkim olan başka bir kedi görmedim ben. Şüphesiz bütün kediler böyledir, genetik yapısı gereği.
Ne ıskalıyor ne de elinden kaçırıyor. Tek kelimeyle mükemmel bir santrfor, mükemmel bir kaleci bizim Karaoğlan, pardon Frenk!
Forbesten aldığım 10 top var onun için… Onun top sürüşleri mestediyor beni. Alt kattaki, gecenin yarısındaki bu tek kale maçları kim yapıyor acaba diye düşünüyor mudur bilmem…
Yedi, içti, tuvaletini yaptı diyelim… Temizlik vaktinde görmelisiniz onu… Her yerini yalayıp yutuyor adeta. Özellikle de çiş ya da kakadan sonra parmak aralarını… Parmak aralarına giren kum taneciklerini ayıklıyor. Mideniz bulanmasın ama bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Kakasını yaptıktan sonra pisliği görülmesin diye mi bilmem, pisliğini illâ kumla örtüyor. Bunu da büyük bir özenle yapıyor. Kumu az mı kaldı'
Yandınız! ‘’ Kumum kalmadı’’ demeyi bilmediğinden başka bir şekilde anlatıyor bu eksikliği… ‘’ Salonun ortasına ederek(!)
Arkadaşın kumu, her zaman eksiksiz…
Sabah kahvaltısı biraz gecikti mi… Yatağımıza gelip o klasik seslenmesiyle ‘’ Lütfen mamamı verin! ‘’ dediğini anladığımızı öyle iyi biliyor ki… Bazen duymazdan geliyoruz. Patileri yüzümüzde dolaşıyor. Gene mi duymuyoruz(!) . O zaman ellerimizi, saçımızı başlıyor tırnaklamaya…
Kapı mı çalındı ' Konuk ağırlamayı çok seviyor bizimkisi… Hemen kapıya… Kim olursa olsun, üst baş yoklaması gibi, başlıyor koklamaya, dokunmaya…
Çok güldürdüğü de olmuyor değil. Televizyondaki belgesellere rastlarsa ekrandaki kuşları, balıkları yakalamaya çalışıyor bizimki. Yakalayamayınca da öfkeleniyor tabii ki…
Öfkelendiği başka bir konu, gölge oyunu.
Geceleri yapıyorum bunu. Duvarda elimin kolumun gölgesini oynattıkça delleniyor bizim oğlan. İnanın, bir metre kadar yükseliyor bazen. Gölgeyi yakalamak için nasıl da çabalıyor, göreceksiniz. Sayısalcı olmadığından(!) bir türlü anlayamadı bu oyunu.
Hiç sevmediği ne m? Duş yapmak !
Bir defasında denedim. Ellerim, kollarımdaki çizikler onbeş gün geçmedi. Nasıl da kan kaybettim o gün. Meğerse hoşlanmazlarmış yıkanmaktan… Ne bileyim…
Bizim 6 bloklu sitenin çok kedili tek bloku bizim blok. 40’a yakın kedimiz var Karaoğlan gibi… Herbiri çok sevimli. Saat 16.00’da onların keyfini bir göreceksiniz. Biliyorlar ki Rahşan Hanım, biraz sonra mamalarını getirecek. Nasıl da biliyorlar saatın 16.00 olduğunu , şaşıyorum.
Altımızda oturan Hatice Hanımın ise evindeki kedi sayısı dört. Her biri Necdet Tosun gibi… Hemen uyarmış olayım, bizim buralarda oturuyorsanız kedilerimizden herhangi birine ters bakayım demeyin sakın. Üzersiniz Hatice komşumu…
Karşıyaka’daki kedi manzaraları böyle… Elindeki poşetten ya da kese kağıdından kedilere mama döken çok kadın görürsünüz.
Ayvalık’ta farklı mı '
Sokak aralarında kedilere ve köpeklere özel mamalar yapan çok kadın gördüm ben. Ayvalık, bir kedi cenneti! Dolaşın Barbaros Caddesi’ni ve ara sokakları, görürsünüz arkadaşları… Sadece Barbaros mu, her sokak/ her cadde !
Başkan, geçen yıl 908 kedi ile 584 köpeği kısırlaştırdı.
Evimin önündeki altı kedi ile beş köpek, sanki aileden…
Kapıya inmeye göreyim, kedilerin altısı da yanımda bitiveriyor. Gece ya da gündüz, farketmiyor , görmesinler beni, yalayıp yutuyor, diğerleri de…
Ferdinand ve Swetlena ise onlara özel mamalar yapıp yediriyor. Mustafa Bey ise her akşam eve gelirken bisikletinde mama taşıyor.
İzmir’ e mi geleceğim… Durağa kadar beş havhavımız benimle… Uğurlamak için… Şaka yapıyorum sanmayın, evet beni uğurluyorlar!
Kandırmıyorlar. Yalan söylemiyorlar. Kirletmiyorlar. Çalıp çırpmıyorlar. Önümüzden arkamızdan konuşmuyorlar. Ormanlarımızı yakmıyorlar.
Benim güzel dostlarım!