Başlıktaki bu sözler;
Tek Başkomutanımız,
Ulusumuzun Kurucusu,
İlk Cumhurbaşkanımız
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ait.
Bugün 10 Kasım, 1938 yılı saat 09.05’te Atatürk’ün sonsuzluğa kavuştuğu, bedeninin aramızdan ayrıldığı ama yüreğimizde sevgisinin hiç eksilmediği ve ilkelerinden ayrılmadığımız gün. Işıklar içinde uyu Atam…
Mustafa Kemal Atatürk başlıktaki bu sözleri, bütün söylemlerinde olduğu gibi sanki bugünleri düşünerek söylemiş. Atatürk, 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi (BMM) sonrası 20 Ocak 1921 tarihli ilk anayasamızın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) ilan edilmesine kadar geçen süre içinde neler yaşandığını, 1919-1927 yılları arasında kaleme aldığı Nutuk’ta “Saygıdeğer Efendiler” diye başladığı söylemini şöyle ifade ediyor:
“Tevfik Paşa Hükümeti, İstanbul ve Anadolu’nun birleşmesi için çalışmış olduğunu söylüyor. Doğrudur. Biz de aynı şey için çalışmakta idik. Şu farkla ki, Tevfik Paşa ve arkadaşları, Anadolu’yu, eskiden olduğu gibi İstanbul’a bağlamak ve tutsak etmek istiyordu. Bu düşman emellerine hizmettir. Size kısa bir açıklamada bulunacağım. 18 Ağustos 1920 tarihinde çok acele görüşülmesi kararıyla gündeme alınan Anayasa’nın maddelerinin uzunca bir gerekçesi var.
Dediler ki; Anayasa’nın birinci maddesinin başına ‘Hilâfet ve Saltanat’ ile vatan ve milletin istiklâli kurtarılıncaya kadar’ şeklinde açıklık verecek ibareyi eklemek gerekir. İkinci maddedeki ‘amacın gerçekleşmesine kadar’ ifadesi yerine de, aynı açıklığın verilmesi gerektiği ileri sürüldü. Bazı milletvekilleri, yalnız, ‘Hilâfet’ kelimesini koyalım, ‘Saltanatı’ da içine alır, dediler. Bazı hoca efendiler, buna razı olmadılar. ‘Hilâfet manevî bir görevdir’ görüşünü ileri sürdüler. Hilâfet'te ruhbanlık yoktur, itirazına, hoca efendiler: ‘Saltanat, yalnız hükmettiği memleketleri içine alır. Hilâfet ise, bütün dünyadaki Müslümanları kapsar’ diye cevap verdiler. Bu tartışmalar günlerce devam etti. Çatışan görüşlerden biri açıktı: ‘Halife ve Padişah’ vardır ve var olacaktır. O, var olunca, bugünkü durum, şekil ve yetki geçicidir. ‘Hilâfet ve Saltanat’ makamı otoriteyi ele alıp faaliyete geçme fırsatını bulunca, siyasî teşkilâtla ilgili esasların ne olduğu bellidir, bilinmektedir. O bakımdan yeni bir şey düşünmek söz konusu değildir. ‘Hilâfet ve Saltanat’ makamı yeniden işler duruma gelinceye kadar, Ankara'ya toplanmış olan bir takım insanlar, geçici tedbirlerle çalışacaklardır.
Saltanat millete geçmiştir, saltanat kalmamıştır; Hilâfet de saltanat demektir, o halde onun da varlığının bir anlamı yoktur’ şeklinde açık ve kesin konuşulamıyordu. Otuz yedi gün sonra, 25 Eylülde, bir gizli oturumda, Meclis'e bazı açıklamalar yapmayı yararlı saydım. Ortaya atılan duygu ve düşüncelere gerekli cevapları verdikten sonra, başlıca şu görüşleri ileri sürmüştüm: ‘Türk milletinin ve onun tek temsilcisi bulunan yüce Meclis'in, vatanın ve milletin istiklâlini, hayatını kurtarmaya çalışırken, hilâfet ve saltanatla, halife ve sultanla bu kadar çok meşgul olması sakıncalıdır. Şimdilik bunlardan hiç söz etmemek yüksek menfaatlerimiz gereğidir.
Eğer maksat, bugünkü Halife ve Padişah'a bağlılık ve sadakatten ayrılmadığını söylemek ve belirtmekse, bu zat haindir. Düşmanların vatan ve millet aleyhinde kullandıkları bir maşadır. Buna halife ve padişah deyince, millet onun emirlerine uyarak düşmanın emellerini yerine getirmek mecburiyetinde kalır. Hain veyahut makamının kudret ve yetkilerini kullanması yasaklanmış olan zat, zaten padişah ve halife olamaz. O halde ‘onu tahttan indirip yerine derhal diğerini seçeriz’ demek istiyorsanız, buna da bugünün durum ve şartları elverişli değildir.
Çünkü tahttan indirilmesi gereken zat, milletin yanında değil, düşmanların elindedir. Onun varlığını yok sayarak bir diğerine itaat etmek tasavvur ediliyorsa, bugünkü halife ve sultan haklarından vazgeçmeyerek İstanbul'daki kabinesiyle, bugün olduğu gibi makamında oturup faaliyetini devam ettireceğine göre, millet ve yüce Meclis, asıl gayesini unutup da halifeler davasıyla mı uğraşacaktır? Ali ile Muaviye devrini mi yaşayacağız?
Özet olarak, bu konu geniş, nazik ve önemlidir. Çözümü, bugünün işlerinden değildir. Meseleyi kökünden çözmeye girişecek olursak, bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir. Bugün koyacağımız kanunî esaslar, varlığımızı ve istiklâlimizi kurtaracak olan Millet Meclisi'ni ve milli hükümeti güçlendirmeyi hedef almış bir anlam ve yetkiyi içine almalı ve ifade etmelidir.”