Su akar yatağını bulur: Eskilerin bir sözü ama hep geçerli.
Son günlerdeki sel baskınlarındaki kayıpları sayı ile ifade etmek, olsa olsa zararı ölçer. Aslında temel yanlış da buradan gelir: Zararı ya da kârı ölçmekten… Eskiler ‘Kaza geliyorum demez’ derken, kazanın kaçınılmaz olduğundan çok ona karşı önceden uyanık olmamızı ve önlemleri almamızı önerir.
Paradigma’nın anlamı; değerler dizisi, bakış açısı, Paradigma, Thomas Kuhn tarafından kavramlaştırılmıştır. Değerlerin, inançların, düşüncelerin bir bütünü olarak bilim ve günlük hayattaki olaylara bakılan penceredir. Kısaca hayat felsefemize paradigma diyebiliriz.
Sahip olma ve kâr etme paradigmaları hırsla birleştiğinde bütünü görmemizi engeller: Nehir kenarında, şırıl şırıl akan suya nazır bir eve sahip olmak birçoğumuzun inkâr edemeyeceği bir cazibe içerir. Benzer bir şekilde ulu ve yemyeşil ağaçların içinde bir dağ evine; villaya kaç kişi, kaç müteahhit itiraz edebilir? O an bir gün gelebilecek selin ya da yangının o güzelim evleri belki de bizleri de alıp götürebileceğini düşünemeyiz. Sahip olmak / kazanmak hırsı gözlerimi bürümüştür. Terbiye edilmemiş nefsimiz, bizi ölümcül kararlara ve sahip olmalara götürür.
İlk bakışta kâr gibi gözüken bu eylemlerin çoğu er geç felaketle sonuçlanır.
Nerdeyse bütün dillerde çevirisi olan, dünyanın en çok okunan kitaplarından biri Antoine De Saint-Exupery’nin Küçük Prens’idir. Bakın ne diyor Küçük Prens:
“Büyükler rakamlara bayılırlar. Diyelim yeni arkadaşınızdan söz ettiniz; asla işin özünü merak etmezler. Örneğin, “Ses tonu nasıl? Hangi oyunları seviyor? Kelebek koleksiyonu var mı?” diye sormazlar asla. Onun yerine, “Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?” derler. Onu ancak bu şekilde tanıyacaklarını sanırlar. Büyüklere, “Kırmızı tuğlalı bir ev gördüm. Penceresinde sardunyalar, çatısında güvercinler vardı…” derseniz eğer, bu evi bir türlü gözlerinin önüne getirmezler. Onlara denilmesi gereken şudur: “Milyonluk bir ev gördüm.” İşte o zaman, “Ah, ne kadar güzel!” derler size. Dolayısıyla onlara, “Küçük Prens diye biri var; çünkü o çok sevimli biri, gülüyor, bir koyun istiyor… Bir koyun istiyorsa, bu onun varlığını kanıtlar.” diyecek olsanız, omuzlarını silkip size çocuk muamelesi yapacaklardır! Ama “Geldiği gezegenin adı B612” derseniz derhal ikna olur ve sizi sorularıyla bunaltmazlar. Büyükler böyledir işte: Ama onlara kızmamak lazım. Çocuklar, yetişkinlere daima büyük bir hoşgörü göstermeli. Neyse ki, yaşamın anlamını bilen bizler için, rakamların hiçbir önemi yok!” (s.19-20)
Son iki haftadır, zaten salgın yokmuş gibi; bir de orman yangın ve sellerle gelen felaketleri uzmanların, yetkililerin ve mağdurların zararı sayılarla ifade etmeye, onları yine sayılarla telafi etmeye çalışacağını biliyorum. Oysa bu rakamlar temel paradigmamızı değiştirmeyecektir.
Doğa; kendisini bozan insan kültürüne sessiz kalmaz.
Bir domates fidesinden bir kilogram yerine dokuz kilogram domates almak isterseniz kimyasallar, hormonlar kullanmak zorunda kalırsınız ve bu kansere davetiye demektir. Ürettiğiniz ürünün raf ömrü uzasın diye de kimyasala başvurursunuz. Sizin kâr etme hırsınız, hepimizi zehirler ve hasta eder.
Küçük Prens, bir gün bir gezegene gider. Küçücük bir gezegendir bu ve sadece ‘Kendine Kral’ diyen biri yaşamaktadır. Küçük Prens sorar:
- Siz nasıl kralsınız, hani halkınız nerede? Burada sizden başka yaşayan yok ki?
- Ben güneşin, yağmurun, dağların taşların kralıyım.
Küçük Prens yine sorar;
- Mademki güneşin kralısınız, söyleyin ona batsın.
Kral düşünür ve yanıtlar;
- Akşama doğru gel, o zaman güneşe buyuracağım ve batacak.
Küçük Prens Kralın bu sözüne gülümseyerek;
- İyi ama akşama doğru zaten güneş batacak; nerede kaldı sizin krallığınız?
Kral öngörülmesi sor bir bili ile yanıt verir:
- İşte, zaten beni Bir Kral yapan da budur: Ben halkımdan yapamayacağı şeyleri istemem.
Bir çocuktan, bir insandan, toplumdan ya da doğadan, hırs ve kazanma duygusu ile yapamayacakları şeyleri istediğimizde kral değil olsa olsa mağdur oluruz. O çocuk önce sizden uzaklaşır sonra evden; o insan önce kendine sonra size olan güvenini kaybeder, o toplumlar yeni krallar aramaya başlarken o doğa eninde sonunda kendi bildiğini okuyarak size misliyle yanıt verir.
Evrenin ve doğanın bir parçası olduğunu unutup onlara krallık yapmak isteyen ve zekâsı ile bu potansiyele de sahip olan insan; tebaasından(yönettiklerinden) yapamayacağı şeyler istemeyi bırakmadan gerçek bir kral olamayacağını ve hatta böyle devam edecekse sonunun yakın olduğunu bilmeli.
Güneşi ıslah edip öğlen saatinde batıramazsınız! Buna kalkışırsanız yanarsınız.
Dereleri ıslah edip yönünü değiştiremezsiniz! Değiştirirseniz sele kapılırsınız.
Ormanın içine gelişigüzel, önlemsiz yerleşimler kuramazsınız! Kurarsanız kül olursunuz.
Doğanın verdiklerine razı olmayı ve onun kurallarına uymayı öğrenmedikçe…
Ondan daha fazlasını istemeyi bırakmadıkça…
Yaşamanın rakamlardan daha önemli olduğunu bilmedikçe…
Ve gerçek kralın doğanın kendisi bizlerin de onun tebaası olduğunu bilmedikçe…
Söylemeye dilim varmıyor ama felaketler bitmeyecek: Bunlar ne ilk ne de son.
Bir Şaman sözü ile bitsin:
DERS, SEN ÖĞRENENE KADAR DEVAM EDER!
Ve bu dersin adı; ‘Hayat-Memat Bilisi’sidir ve ilkokuldaki ‘Hayat Bilgisi’ müfredatından çok farklıdır.