Çöldeki Deniz'i görmeden önce, yorgun bir şehrin bakışlarını yakaladım...

Kahire... Tarihin gövdesine yaslanmış ama yorgun bir beden gibi soluk alıp veren bir şehir. İlk bakışta, sanki büyük bir afet olmuş da insanlar toparlanmaya çalışıyor gibiydi. Binalar çatlamış, duvarlar susmuş ve kurumuştu. Şehrin kalabalığı, gündüz kimsesiz ama gece hareketli sokaklarına rağmen, sanki içten içe bir sessizlik taşıyordu. Her şey, zamana direnirken yorulmuştu. Ve ben, bu şehre ilk adımımı attığımda, içimde tarif edemediğim bir hüzün yükseldi.
Ama Kahire sadece yıkıntılarla konuşmuyor. Sokaklarında yürürken insanın kalbine dokunan şey, insanların gözlerindeki o dayanma haliydi. Yoksulluk görünür bir gerçekti. Ama asıl çarpıcı olan, hayatı tutan parmakların inadıydı. Hele ki Ramazan'ın gelişiyle birlikte, bazı evlerin pencerelerinde beliren o basit süslemeler... Kimi zaman bir parıltılı bir kağıt, kimi zaman bir renkli ip... Çok sade, çok eski, ama bir o kadar da umut taşıyan detaylar. O süsler bana bir şeyi fısıldıyordu: "Buradayız. Azla da olsa, yaşamaya devam ediyoruz."

Kahi̇re'nin Yorgun Kalbi̇ 1

Ve insanlar... Gülümsüyorlardı. Sıcaktılar. Dilimizi bilmiyorlardı ama kalpten kalbe geçen o samimiyet, her şeyin önüne geçiyordu. Bir bakış, bir selam, bir tebessüm... Sanki yaşamla bir anlaşmaları vardı: "Zor ama yine de gülümseyeceğiz."
Sonra Nil Nehri’ne açıldık. Büyük bir tekneyle... Ve sanki o yorgun şehrin kalbi, suyun üzerinde yeniden atmaya başladı. Güneş batarken Nil’in suları altın gibi parlıyor, üzerimizde hafif bir esinti geziniyordu. O anda Kahire susmuyor, şarkı söylüyordu.
Sahneye çıkan ilk adamın sesi, şehrin içinden yükselen bir ağıt gibiydi. Sadece müzik değildi o an... Bir ruhun dile gelişi gibiydi. Ardından bir davulcu sahneye çıktı. Gösterisi büyüleyiciydi. O an gözlerimizle değil, kalbimizle izliyorduk. Çünkü davuldan çıkan ritim değil sadece... ışıktı.
Davuldan çıkan ışık, sanki adamın gözlerinden fışkırıyordu. Enerjiyle titreşen, yıkıntıların içinden doğan bir alev gibiydi.
Sonra bir grup sahne aldı: İki kadın, iki erkek... Dans ettiler. Ama sadece bedensel bir hareket değildi bu; bir dildir dans, bir çığlık, bir çağrı... Ve o dört insan, bakışlarıyla bizi ele geçirdiler. Göz göze geldiklerinde içimizde bir şey sustu, bir başka şey konuşmaya başladı. Sanki diyorlardı ki:
"Bize fırsat verilseydi... Kim bilir neye dönüşürdük?"
Ben bu bakışları gördüm. Ve onları unutamayacağımı biliyordum. O dansçılar sahnede yalnızca eğlenmiyor, aynı zamanda hayatta kalıyordu. Gözlerindeki o ışık, yeteneklerinin değil; umutlarının parıltısıydı.

Bir an durdum ve içimden geçirdim: Acaba bir gün, yetenekle dolu bu coğrafyanın gençleri, gerçek sahnelerde, hak ettikleri ışıkta parlayabilecekler mi?
Kahire beni sarstı. Ama bana bir şey öğretti: Güç, yıkılmamak değil... Yıkılsa da süsleme yapacak kadar umut taşımaktır.
Bu şehri unutmam. Çünkü orada, yaşamın en sade ama en dirençli halini gördüm. Ve o anıları, kalbimin bir köşesine astım. Rüzgâr estikçe hatırlayayım diye.
Belki de Kahire, insana yalnızca ne olduğunu değil… ne olunabileceğini de anlatan bir şehir.

Elinizdekilerin kıymetini bilerek, sevgiyle kalın...