Şimdilerde Unesco Dünya Mirası olma yolunda ilerleyen İzmir Bergama’da, M.Ö IV.yy.da Pergamon ünlü Akropolü dışında, sağlık tanrısı Asklepios adına kurulmuş Asklepion adında bir tedavi merkezi bulunmaktadır. Gelişmiş mimari düzeni, uygulanan tedavi yöntemleri ile Batı Anadolu’nun en önemli tedavi merkezi ünvanına sahipti.
Asklepion’un günümüze kalan kalıntıları M.S II. yy.da Roma İmparatoru Hadrian tarafından yaptırılan düzenlemelere aittir. Asklepion, kuruluş tarihinden daha erken dönemlerde de kutsal alan olma özelliğini göstermektedir. Ancak gelişimi M.Ö IV.yy.dan itibaren başlar.Asklepion’daki büyük avlunun batı kısmında kutsal su kaynakları, erken döneme ait tapınak ve uyku odalarının temel kalıntıları hala mevcuttur.
Asklepion sağlık merkezinde uygulanan tedavi yöntemleri hakkındaki bilgileri antik dönemin ünlü söylev ustası Aelius Aristides’ten öğreniriz: Aristides, Asklepion ’da tedavi görmüş ve burada uygulanan tedavi yöntemlerini “Hieroi Logoi” adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Uyku odalarında hastaların istihare uykusuna yatırılması, su sesi, çamur kürü, şifalı su, hacamat, açlık tokluk kürleri, terapi ve müzik dinletisi gibi çeşitli yöntemlerle hastalıklar tedavi edilmeye çalışılmıştır. Antik dünyanın en önemli sağlık kentlerinden birisi olan Pergamon, eczacılığın babası olarak bilinen Hekim Galenos’un da memleketidir. Galenos burada gladyatörlerin ve Roma krallarının bakımı üstelenmiş olup farmakoloji (ilaçbilim) alanında önemli tespitler yapmıştır. Ünlü ecza işareti de bu kentte doğmuştur.
Uyku odalarında uyutulan hastaların gördükleri rüyaları yorumlayarak belki de tarihte ilk kez bilimsel rüya analizlerin ruhsal tedavi olarak görüldüğü yerdir Akslepion. Bunun yanında su sesi, müzik vb. etkilerle doğa terapisi diyebileceğimiz yöntemler de ilk burada uygulanmıştır. Ölümün Giremediği Kent, diye de anılan Akslepion, Anadolu’nun şifacı kentlerinden biridir.
Yaklaşık yarım asırdır Bergama Akslepion’da yapılan Uluslararası Grup Psikoterapileri Kongreleri’ne uzun yıllar ben de katılma şansı buldum. Her mayıs ayının son haftasında 4-5 gün arası üren bu kongreye dünyanın birçok ülkesinden ünlü terapistler, öğrenciler katılır ve Akslepion’un ruhuyla açık havada rüzgârın ve hala akan suyun sesi, ağaçların gölgeliklerin serinliğinde ya da uyku odalarının birinde derin psikoterapi seansları yapılır. Bu buluşmalar gerek kendim gerekse de mesleğim için bana önemli katkıları olmuş, hayatımdaki bazı ‘baht dönümlerim, tercih ve kararlarımda’ burada katıldığım gurup terapisi seansları ciddi bir rol oynamıştır.
Yılını tam hatırlamıyorum, 2000’li yılların başları olmalı. gurubunu seçmiştim. Bu temayı seçmemdeki nedenlerden biri, karakter ve kişiliğimde köklerimin (soy ve geninim) etkilerini biraz olsun bilimsel bir gözle görebilmekti. İnsanı en çok annesi bilir. Sussa da bilir. Yaşınız kaç olursa olsun bilir. Daha bebekken gazından derdini, b.kunun renginden sağlığını bilir anneler. Bizi ve duygularımızı en iyi annelerimizin tanıdığına ve zaman zaman annemin bazı huylarımı tıpatıp babama benzetmesinden genetik mirasın biyolojik varlığımız kadar ruhlarımıza da etkisi olduğunu dair enteresan bağlar hep bulmuşumdur. Benzer bir şekilde; ben de bugün oğlumda hem kendimden hem de dedesinden aktarıldığını düşündüğüm ‘öğretilmemiş’ iyi/kötü huylar görebiliyorum.
Konumuza dönersek; İşte o yılki kongrede katıldığım‘Soy(gen) Sadakati’ temalı bir gurup terapisi çalışma gurubunda lider hocamızın katkılarıyla ben de genetik miraslarımla ilgili bazı ipuçlarına denk gelmiş, kendimi tahmin ederken bu buluşlardan nasiplenmiştim.
Dün izlediğim ünlü üçtelli ustası Hayri Dev’in kendisi ile ilgili bir belgeselde söylediği şu sözleri duyunca, genetik mirasın ne kadar önemli olduğunu dair düşüncelerim bir kez daha pekişti. Hayri Dev usta müziğe merakının keman çalan dayılarından biriden geldiğini, dayısının çok iyi keman çaldığını hatta kemanına ‘sübhanekeyi okuttuğunu’ hatta bunu duyan bir imamım onu çağırarak sübhanikeyi bir kemandan dinlediğini anlatıyordu. Anadolu’da erkek çocuk dayıya, kız çocuk halaya çeker, derler. Kemana sübhaneke okutan bir dayının yeğeni de üçtelliyle nutuk mu okutur, ilahi mi belli olmazdı ki olmamış, Hayri Dev ustanın değeri ülkemizden önce yurt dışında bilinmiş.
Genetik aktarım özelinde benzetirsek; Neşet Ertaş’ın babası Muharrem Ertaş’tan, Fazıl Say’ın babasından aktarılmış müzikal genleri de kendilerinin bireysel çabalarla yeşertmişlerdir. Roman kültüründen olan kişilerin dans ve müziğe yatkınlıkları da bu görüşü destekler niteliktedir.
Örnekler artırabilir. Elbet genetik aktarımların olumsuz olanları da vardır. O da başka bir yazının konusu olsun.
Sözü bağlarsak; genlerimizde sırlarımız var…
ÜMİT GÖRGÜLÜ