Bu yazı aslında “İzmir’deki Gölgeler” serisinin ikincisi olacaktı. 
Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’a hitaben belki de son satırları okuyacaktınız. 
Ama uzun zamandır kaygıyla izlediğim, arada uyarılarda bulunduğum şu “ilticacılarla” ilgili gelişmeler, Cemil Tugay konusunu biraz öteledi. 
Son günlerde Kayseri’de başlayan, yayılan, sınır ötesine taşan olayları kaygıyla ama şaşırmadan izliyorum. Hükümetin, hükümete yakın kalemlerin, muhalefetin beyanatlarını okuyorum ama yine içime sindiremiyorum. Çünkü ilk günden yanlış iliklenen gömlek durumunda bu “iltica edenler” meselesi. 
2011’den beri yaşanan ama 2014 ve 2015’te zirveye ulaşıp inanılmaz sayılara gelen “mülteciler” konusunu gerçekten bildiğimize inanmıyorum. Şu son günlerdeki kalkışma benzeri olayların kökü dışarıda provokasyon olduğuna ne kadar inanıyorsam, özellikle hükümetin doğru teşhis yapamadığına da o kadar inanıyorum. 


KILAVUZ EBEDİ ŞEF OLMAYINCA? 


Böyle zamanlarda daha iyi anlıyorum Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önemini. Lakin benim ve benim gibilerin anlamasına ne hacet? Asıl anlaması gerekip, Atatürk’ü kılavuz belirlemeyenler yüzünden bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete yine mazallah. 
Atatürk Samsun’a giderken aklında sadece “hakimiyeti milliye, iradei milliye” vardı. 
Ve o hâkimiyet ve irade halkın seçtiği mecliste vücut bulacaktı. Buldu da…


Kurtuluş Savaşı’nın en sert günlerinde dahi kendisine “Büyük Millet Meclisi’ni” kılavuz seçti. 
Çünkü Gazi Paşa, başta İngiltere olmak üzere emperyalistlerin ne kadar çok yüzlü birer şeytan olduklarını, birinci cihan savaşında İngiliz ajanları Lawrence ve Gertrude Bell denen ajanların nasıl riyakâr ve kahpece çalıştıklarını biliyordu. 


Ama Atatürk öldü, zaman ve koşullar değişti ve yıl oldu 2024. 
Pazartesi gecesi Türkiye’de olan bitenden üzülmeyen, kahrolmayan, kaygılanmayan var mı? Valla “Türk’üm insanım” diyenin bunlara sevinmesi mümkün değil. 
Ancak şeytan sevinir bu yeni emperyal tezgâha.
Türkiye siyasetinde büyük hastalık, asırlardır aynı. 


“Yöneten” kim ve hangi makamda olursa olsun “ben bilirim” kibrine girdi mi, faturayı en ağır şekilde halk ödüyor.  2011’den bu yana yaşadığımızın özeti budur.
Kaç yıldır uyarılıyor hükümet.
Mülteciler kimdir aslında? 


“İltica eden” nasıl olur da “iltica ettiği yerde” özellikle ekonomik hâkimiyet kurabilir? Neden kolayca vatandaşlığa alındılar? Acaba şu anda milyonlarca güya “mülteci” arasında kaç adet “Lawrence” ve kaç adet “Gertrude Bell” var? İç savaş sonrası kaçak yollarla gelenler nasıl oldu da hiçbir güvenlik soruşturması geçirmeden İzmir’e İstanbul’a kadar rahatlıkla gelebildiler? Şam ile irtibat kesilince, gelenlerin gerçekten mülteci olup olmadığı, ülkelerindeki sabıkaları acaba araştırıldı mı? 
Ülkelerindeki iç savaştan dolayı iltica ettiler. Tamam… 


Peki sınırdan geçenlerin İzmir’e İstanbul’a gelip vergisiz, zahmetsiz iş sahibi olması “iltica” sözcüğüyle açıklanabilir mi? Bugün tarımdan inşaat sektörlerine kadar her yerde “iltica” edenler çalışıyor. Çocuklar burada doğdu, okula gidiyor. Ellerinde 50 bin liralık telefonlarla Basmane’de “iş tutan” asker yapılı gençler mi “iltica eden”? 
Açıkça yazıyorum, ben bu sınırsız denetimsiz ilticaların vahametini 2014’te anlayabildim. Görevim gereği sokak sokak dolaştığım Basmane ve çeperlerin demografik olarak nasıl değiştiğini bizzat gördüm. Üstelik çok gariptir ama, mültecilerin, yerel halkın arasına karışmasına izin verildi lakin halkın gelenek görenek ve alışkanlarına intibakları hep engellendi.  Daha da vahimi, bu iltica edenler arasında Anadolu inancıyla asla bağdaşmayacak nitelikte yobaz anlayışların da sızması, İzmir içinde başka ortamların doğmasına yol açtı. Emniyet, istihbarat mutlaka izledi ama “emir” büyük yerdendi ve açıktı: “Karışmayın”! 


Hatta yine çok gariptir, o yıllarda mülteci yerleşmeler hızlandığında, belediyelerin ve bazı derneklerin bu insanlara yardım eli uzatmasına izin verilmedi. O insanlarla sadece aşırı dini grupların temasına göz yumuldu. 


Belli bir süre sonra Suriye mültecilerine yoğun olarak Afgan mülteciler de eklendi ki işte bu kıyamete çeyrek kaldı zamanıydı. Sokakta konuşulan “uyuşturucu efsanelerini” mutlaka emniyet de milli istihbarat da takip etmiştir. Lakin Basmane’de daha önce görmediğim “nargile” benzeri tütün aparatlarının ne işe yaradığını ve bunların neden gizli köşelerde tüketildiğini hala merak ederim safça. 


Savaş ve can korkusuyla evini yurdunu terk edenler çekingen olur, ürkek olur. Şu anda bir de üzerine nesil yetişmeye başlamışken Basmane’de Anafartalar Caddesi’nin adının “Büyük Şam Caddesi” olmasını isteyenlerin çıkması normal mi acaba? İltica edenler bakkaldan berbere, manavdan tütüncüye türlü işletmeleri hangi ruhsat hakkıyla açıp hangi vergi, levhasını aldı acaba? Belediyelerin görevlerini yapmasına engel olan “gizli güçler mi” hasıl oldu zamanla? 


Anlamadığım şu. 2015’te Midilli’ye gittiğimde mültecilerin kampını görmüştüm. Hafta bir gün çarşı izinlerinin olduğunu öğrenmiştim. Peki Suriye ya da Afganistan veya başka yerlerden gelenler neden derhal aramıza sokuldu, ev ve iş sahibi yapıldı?
Kolayca vatandaş oldular…


Kolayca isimlerini değiştirdiler, ehliyet aldılar. 
Peki tüm mülteciler aynı mıydı?


Şu anda Türkiye’deki tüm mülteciler arasında Hıristiyan olanların ortalaması nedir? Çok düşük ve eminim onlar da çok fukaradır. Çünkü riyakâr Avrupa, Türkiye’yi “fakir ve riskli mülteci deposu” yapıp eski dosyaları açma peşindeyken, Hıristiyan olanları uzman olanları zengin olanları tere yağdan kıl çeker gibi kendine çekti. Unutamam Hatuniye’de tanıdığım bir Suriyeli Onkoloji Profesörü, Basmane’de iki ay yaşadıktan sonra uçakla Londra’ya yerleşti mesela. 


Doğrusu emperyalistler “oyunu” güzel kurmuş “tezgâhı” güzel yere açmış. Nasılsa Türkiye’de iradeler “tarihten ders” almıyor. 
Peki şimdi ne oldu? 


Bugün yaşadıklarımızı anlamak için geriye gitmemiz gerekiyor. Mesela ABD’nin ve kendine benzer emperyalistlerin güya Ortadoğu’ya “demokrasi özgürlük” getirmek için giriştikleri kanlı operasyonları, 1 Mart tezkeresinin reddi günlerini falan hatırlamak lazım. 


1 Mart 2003 ile 15 Temmuz 2016 arasının yeniden incelenmesi ve özgürce analiz edilmesi gerekir. Son provokasyonlarda FETÖ ve bağlaşıklarının olduğu hissini duymayan var mı gerçekten? Türk Ordusu’nun başına gelenlerin hep 2003 sonrası olması, Kozmik Oda yağması, Ergenekon ve bezer kumpaslarla gerçek milli kadroların tasfiyesini, başlı başına ordunun generalsiz kalma riskini nasıl düşünmeliyiz acaba? Yahu Deniz Kuvvetlerinde “oramiral” kalmamıştı, Ege Ordusu’na kolordu komutanı atanmıştı. Üstelik Türkiye NATO ülkesiydi ve NATO ülkeleri de “iyi günde kötü günde” hep güya yoldaştı! Bir NATO ülkesi, diğer NATO ülkesinin başına çuval geçirdiğinde bile “notayı” müzik notasıyla karıştıranlar olmadı mı? 


Suriye karışınca “kardeş Esat” bir anda neden “düşman Esed” oldu? Bunu Türk milletine anlatacak biri yok mu acaba? Hani egemenlik Türk milletinindi? 
Hükümet muhalefeti hiç dinlemedi, uzmanları dinlemedi, itiraz edenleri itham etti. Emperyalizmin Suriye’de kurduğu o güya dini ama eli kanlı barbar terör örgütlerini bile adeta gözden ırak tuttu. O emperyalizm ki, tıpkı İstiklal Savaşı öncesi Anadolu’da Ermenileri, Rumları nasıl kışkırttıysa aynısını Suriye’de oynadı ve başardı. Başarı çünkü Suriye’de “millet” olamayan grupların zoraki birlikteliği mevcuttu. Esat ailesinin sopası hepsini dengede tutuyordu. Taki emperyalizm zar atıp kazanıncaya dek…
Batı Emperyalimi bir hususu hesaplayamadı ki o da Rusya’ydı. 


İsrail’in bölgede ilanına uğraştığı patronluğu tabii ki bölgede Türkiye gibi İran gibi Rusya gibi Suriye gibi ülkeler kabul etmeyecek. Türkiye Esad’la yeniden el sıkışabileceğini söyledi ve bunu asla istemeyen, Türkiye ile Suriye’nin arasının iyi olmasını istemeyenler tıpkı Türkiye ile Yunanistan dost olmasın diye ne yaptılarsa aynısını sahneye koydular. Hem de en aşağılık yöntemle. 


Bir sapık buldular ve düğmeye bastılar.


O sapık kimdi, ne zaman nasıl Türkiye’ye geldi, vatandaş mıydı, sabıkası var mıydı? Suriye’deki geçmişi neydi bilen var mı?  Yok tabii… Zaten Gertrude Bell de bir arkeolog muydu ne?  
Ülkesinden savaş nedeniyle kaçanlar o kadar gelişi güzel ve bilmediğimiz niyetlerle sokuldu ki aramıza, şimdi akıbet ne ona bakıyoruz ibret ve dehşetle. 
Merak ediyorum 2011’den bu yana mültecilerin karıştığı bireysel veya çete asayiş olayları neler ve en çok nerelerde? Demografik yapının değişmeye başladığını bile hissetmedi hükümet ve yandaşları. Esad’a karşı desteklenen bazı yapılar şimdi sınırın ucunda Türkiye’ye saydırıyor. Bunu kabul etmek mümkün mü?
Nerede “hakimiyet-i milliye” Hani “emniyet-i milliye”? 


Kabul edilse de edilmese de kültürleri, gelenek ve görenekleri, dünyaya bakışları ve hatta inançları dahi bizden farklı olan bu kitle, hem “milli beka” hem de “milli güvenlik” sorunu. Ama bu sorunla asla vandalca ve birilerinin paralı maşası şeklinde mücadele edemeyiz. Sokaklarda naralar atmak, ev ve işyerlerini ateşe vermek, masumlara saldırmak asla Türk yöntemleri olamaz. Yaşadığımız olaylar bize yeni “6-7 Eylül” olaylarının utancını yaşatmasın. Ama anlayamadığım bunca korkunçlukta TBMM neden el koymuyor? 
TBMM acil toplanıp “irade-i milliye” haykırılmalı. 


Bizi Suriye ile Irak ile “düşman” edenlerin maskesi düşmüşken, Atatürk’ün dış politika kriterlerini yeniden uygulamak zamanı gelmiştir. Türkiye’nin iç ekonomik dengeleri alt üst olduğu, paramızın pul olduğu bu devirde hala “mülteci” için para harcamak yerine, o parayı, kırmadan dökmeden onları yurtlarına yollamanın, sınırları “sınır” gibi görmenin zamanı gelmedi mi? 


Mültecilerin “mülteciler” gibi değerlendirilmeleri artık yaşamsal bir zorunluluk, sınıra yakın yerlerde oluşturulacak toplama kampları aracılığıyla bir an önce mülteciler yurtlarına yollanmalı, kalacak olanlar da intibaktan geçirilmeli. 


An itibariyle sadece tüm İzmir milletvekilleri Kadifekale’den Basmane’ye doğru yaya olarak dolaşarak inseler, durumun vahametini her yönüyle göreceklerdir. Mülteciler üzerinden kendine siyasi ikbal ya da ekonomik abat hayali kuranlar bilmeli ki, bu düşünceleri sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni dinamitler, emperyalistleri coşturur. 


Kimsenin burnu kanamayabilirdi…
Kimse korkmayabilirdi…
O ateşler yanmayabilirdi…


Lütfen hepimiz aklımızı başımıza alalım, elimizi de vicdanımıza koyalım. Osmanlı’nın yıkılma hatalarını yapmamak için tarihten ders çıkaralım. Ama “ders alınmayınca” ne yazık ki “tekerrür ediyor tarih”! 
[email protected]
WhatsApp Mesaj: 05401968178