Nedense kimse memleketin başına bela olmuş yalancı tiran için ‘ yalancı ‘ diyemiyordu. Çünkü yalama, yalamak, yalan, yalancı sözcükleri tıpkı;  hırsız, çalmak, çırpmak, aşırmak, dolandırmak sözcükleri gibi yasaklanmıştı ülkede.

Dört yanı denizlerle çevrili bu ada ülkesinin tiranına herkesin taktığı ad ‘ Toksik Dilli Tiran ’ dı. Ağzından çıkan her söz engereğin zehrinden farksızdı çünkü.
Ülkenin anneleri onun için ‘ Kobra ‘ diyordu.
Yıllardır diyar diyar dolaşıyor, tadını hiç bilmediği yemekleri yiyor, en şaşaalı yataklarda  yatıyor, en lüks otomobillere biniyor, en pahalı saatleri koluna takıyor,  günde iki kez giysi değiştiriyor, bir giydiği ayakkabıyı bir daha giymemecesine yaşamını sürdürüyorsa da  anasından öğrendiği  anadili ve Yaparızca, Bakarızca, Daha Sonraca konuşabildiği diğer dillerdi.
Aklı ermiyordu  Almanca, İngilizce, Fransızca, Japonca ve İspanyolca’yı öğrenmeye…
‘’ Günde iki sözcük öğrenseniz iyi olur efendim ‘’ diyen yatırımlardan sorumlu başdanışmanını da ‘ Sen beni geri zekâlı mı sanıyorsun  lan hırbo! ‘’ diye üç arkadaşının yanında tokatlamıştı, pardon yumruklamıştı.
Lisedeyken okulun boks takımındaydı ya…
‘’ Kolunuzdaki saati daha mütevazı bir saatle değiştirip basına öyle görüntü verelim efendim’’  diyenlere de ters ters bakmış, homurdanmıştı.
‘’ Argoyu çok kullanıyorsunuz efendim, lisan danışmanımız biraz azaltsın dedi.’’ diyen bir başka danışmanını ve uyarıda bulunan lisancıyı (!) da  tuvalete çekip gözünü morartmıştı.
‘’ Efendim, yürüyüşünüzün külhanbey yürüyüşü gibi olduğunu, biraz İngiliz dükleri gibi yürümeniz gerektiğini iletmememi rica etti Londralı terziniz.’’ diyen gardroptan sorumlu Vahdettin de Terzi Anderson da kapı dışarı edildi hemen.
Arkadaşları, ‘’ Şükredin elinizin dilinizin sağlam kaldığına… ‘’ diye gülüşmüşler mi neydi…
‘’ Konuşurken çok bağırmanıza gerek yok sayın başkanım! ‘’ dediği için yüzünün ortasına yumruk yiyen iletişimden sorumlu başkan yardımcısı, o günün gecesinde yemek yediği restoranda ‘’ Çobanın kaval sesine kanıp yaylaya gittiğini zanneden koyunlar, mezbahaya gittiğini hiçbir zaman öğrenemediler.’’ dediğinden bir daha kimseler tarafından görünmemişti. 
Kimisine göre yurtdışına çıkmıştı kimisine göre de bilinmez bir yerde inzivaya çekilmişti.
En güvendiği adamlarından İman İşleri Başkanının ‘’ Pirimiz yemeği sulu yaptırır, yanında ekmeği bol tutardı. Günde bir öğün makarna yer, eti de kurbandan kurbana yerdi.’’ demişti de  gazetecilerden biri makarnanın tarihinin 1154,  Pirin vefatının da 735 olduğunu söylediğinde buna çok bozulmuş ve ‘’ Bir daha bilip bilmeden konuşup durma’’ deyip ona da konuşma yasağı koymuştu.
Her gün oyun oynadığı kahvede, adamın biri dayanamamış ‘’ Deprem olunca kirayı, virüs olunca gıdayı,  kutsal ay gelince pazarı üç katına çıkaran bir insan ne iyi insan ne de lider olabilir! ‘’ demiş de, şikâyet üzerine alındığı nezarette bir araba sopa yemişti ya…
İşte o günlerdeydi.
Adamın biri,  elinde ‘’ İsveçli bilim insanları, iktidara oy verip muhalefetten hesap soran insan türünün beyin yapısını inceliyormuş.’’ yazılı pankartı ülkenin en büyük köprüsünden aşağı sarkıtmıştı.
 Elindeki diğer pankartta da şunlar yazılıydı:
‘’ Adam, 4 dil biliyor. Kendi dilimiz, Yalanca, İftiraca, Küfürce… Üç dili de kendi dilimizden çok daha iyi, hatta mükemmel ! ‘’ 
Sanki anlaşmışçasına köprünün diğer ucunda da bir kadın şu pankartı sarkıtıyordu aşağı doğru:
‘’ Yalnızca köleler efendisinin sarayı ve servetiyle gurur duyar.’’
Siz misiniz, bu pankartları asan!
Günün belli saatlerinde o meşhur köprünün üstünde tur atan helikopter, her iki vatandaşı da yakalayıp yok etmişti.
Ülke o gün bugün iyice gerilmişti.
En sonunda göstermelik seçim gününe yaklaşıldığı günlerde muhalefet önderleri, taş yağmuruna tutulmuş, eline taş alan her kişi muhaliflerin şeytan olduğunu, taş atmayanın da cehennemde yanacağını haykırır olmuştu.
Toksik Dilli Tiran, olup biteni yatıştırmak yerine muhaliflerin seçim konuşmalarını ‘’ Öğle vakti herkes uyuyor. Akşamüzeri ise benim vatandaşım dinleniyor. Onları bet sesinizle rahatsız etmeye utanmıyor musunuz? ‘’şeklinde konuşarak susturmaya çalışıyordu.
Bir fabrikanın giriş kapısında  ‘’ Vergini ödersen vatanseversin. Ama o verginin nereye gittiğini sorarsan vatan hainisin!‘’  pankartı nedeniyle de fabrikasına sahip çıkmadığı / pankartın asılmasına fırsat vermiş olması nedeniyle ikide bir muhalif kanallara çıkıp konuşan o fabrikatöre de akla gelmez vergi borçları çıkarmıştı.
Seçim olacak diye yine gergin mi gergin olduğu o günlerde odasına girer girmez bağırıp çağırmış, odacısını dövmüş, pahalı vazoları yerle bir etmiş, ortalığı kırıp geçirmişti.
Masasına bırakılmış gazetelerden birinin manşetiydi onu kudurtan:
‘’ Eski bir söz der ki;  Bir köyde çoban değişecek ise buna köylüler karar verir. Çobanın koyunları değil!.’’
‘’ Beni değiştirmeyi mi düşünüyor yoksa bu kendini bilmez sürüler! Bunu mu demeye çalışıyorlar! ‘’
O gün Tiranın oda hizmetçileri ve danışmanlarının tümü doktor raporuyla evlerine sıvıştı.
Bir dediği bir dediğine uymaz Tiran,     her şeyin tersine gittiğini görünce adamlarına emretti: ‘’ Günde on yalan söylüyorduk. Bundan böyle yirmiye  çıkaracağız. Çıkardığımız her türlü affı ve bizim icadımız olan işe alımlardaki dışarıya kapalı özel görüşmeleri suç sayacağız. Anladınız mı?!’’
Mağaza önlerine, okulların duvarlarına ve ibadet merkezlerine asılmış olan ‘’ Kuran, kul hakkı yeme diyor. İncil, komşunun malını çalma, Zebur, Rab hırsızları affetmez diyor. Tevrat, hırsızlık yapma, öküze tapan adam bile çalma diyorken, insan merak ediyor: Siz hangi dindensiniz? ‘’ afişleri ve pankartlarının önünde yığılanlara panzerler su sıkmış, çok ezilen olmuştu. 28 kişi de ezilerek ölmüştü.
Tiran, size ne benim dinimden mezhebimden bre densizler deyip o afişleri hazırlayanları  başkalarının dini inancına müdahale etmekle suçlamış, her birini cezalandıracağını haykırmıştı.
Yavaş yavaş herkes uyanır olmuştu Tiranın bu sözlerinden sonra.
‘’ İbadet için kutsal mekânımıza girerken basına haber veriyorlar, dualar okurken kameraya çekiyorlar ama cebe indirirken  ticari sır diye köre sağıra yatıyorlar.’’ diye düşünür ve konuşur oldular.
Dalgasını geçenlerde de bir hayli artış oldu.
‘’ Nohutu,  mercimeği, samanı, patatesi, eti, fasulyeyi dışarıdan alıyor ama uçağı, arabayı, gemiyi, denizaltını kendimiz yapıyoruz diyorlar. Yemin ederim, böyle bir masalı ne Grimm Kardeşler ne de Andersen yazdı.’’
O ada ülkesinin bir başka esprisi de şu olmuştu:
‘’Et, sebze ve meyvenin fiyatını yükseltenler hain ise akaryakıt- elektrik ve doğalgaza zam yapanlar Hacı mı? ‘’
Bu espriler sonrası çok sayıda anne ve baba el ele verip şöyle bir pankart hazırladılar: 
 ‘’ Çocuklarına okul kantininden alışveriş yapmak isteyen çocuğu için para veremeyen adam, çocuğuna gemi / plaza alan adama oy veriyorsa yoksulluk kader değil tercihtir.’’ 
Nitekim o pankartları da her yere astılar.
O pankartlar sayesinde ada ülkesinin insanları biraz olsun uyanır oldular.