Büyük umutlar, hayaller, hayal kırıklıkları eşliğinde bir seçim sürecini geride bıraktık. İstesek de istemesek de, iyisiyle kötüsüyle her şeyin başka bir şeye dönüştüğü, eskinin hiç yaşanmadığı, yeni olanın henüz algılanamadığı bir şeylerin içerisindeyken, kitaplığıma yeni katılan kitaplarıma kendilerini iyi hissedecekleri bir yer ararken buldum kendimi çalışma odamda… Pikabımın üzerinde ( Rosa Luxenburg’un tutuklu olduğu Wronke kalesinden Mathilde’ye 28 Aralık 1916 da yazdığı mektup ) bir makale duruyordu.
Şöyle yazıyordu Rosa’nın Mathilde’ye yazdığı mektupta…
“ Mektubun beni öfkeden deliye çevirdi Mathilda… Bu ağlamaklı hal, hayal kırıklığınıza dair bu ah’lar vah’lar. Bir aynaya baksaydınız, homurdanan, mızmızlanan, korkak ve yarım yürekli tavrınız bana hiç bu kadar yabancı gelmemişti, bundan hiç bu kadar nefret etmemiştim. Şunu bilesin, burnumu buradan hele bir çıkabileyim o mızıkçı topluluğunuzun topunun birden peşine düşeceğim, borazanlarla kovalayacağım sizi. Çünkü, ağlayıp dövünmek zayıflıktır. İnsan olmak gerektiğinde bütün yaşamını kaderin büyük terazisine neşeyle fırlatıp atabilmek, her aydınlık günden sevinç duyabilmektir. İnsan olmanın reçetesini bilmiyorum Mathilda, yalnızca nasıl olunacağını biliyorum. Bütün zalimliğe rağmen dünya çok güzel ve zayıflarla korkaklar olmasaydı daha güzel olurdu. Şimdi ağlamayı bir kenara bırak, yüzüne en yakışan gülümsemenle, hayata gülümse ve diren… “
Doğru söylüyordu, dışarıda özgürce nefes alabiliyorken, her şeyi değiştirebilmek mümkünken ah vah etmekte neyin nesi? Gözümün önünde birden, geçen hafta “Sanatın Renkleri” programıma konuk aldığım Bergama Kozan, Yukarıbey Köy Tiyatrosu oyuncularından Semiha Ata’nın o aydınlık yüzü, o direngen gülüşü beliriverdi.
“Bergama’da biz ağaçların, doğanın kucağına doğduk, geçimimizi çam fıstığı ile sağlardık. Bir gün toprağınızın altında altın var diyerek altın şirketleri köyümüze doluştular. Siyanürle altın çıkaracağız diye toprağımızı, havamızı zehirlediler, yetmedi dinamitle kayaları, toprağı patlattılar. Ağaçlarımızı yok ettiler, suyumuzu zehirlediler. Küstü ağaçlarımız, kurudular.” derken bile Bergamalı Semiha, yüzünde kocaman bir gülümseme vardı ve devam etti.
“Bizim Bergama’nın cilveli çayı vardır. Çocukluktan beridir yaptığımız, içtiğimiz. Çam fıstığını kavurur avuç dolusu çayımızın içerisine katardık. İçemez olduk cilveli çayımızı…”
Dert neredeyse derman oradadır, demişler. Doğru demişler. Ben bunun doğruluğunu Bergamalı Semiha’nın aydınlık gülüşünde görmüştüm. Sanatı, Tiyatroyu tuz misali yarasına basmış, inadına buradayız, sonuna kadar direneceğiz diyordu.
Rosa Luxenburg’un hapishaneden yazdığı mektuba Türkiye’nin Bergama’sından Bergamalı Semiha bilmeden de olsa bir selam çakıyordu. Devrimin ve kavganın dişi kartalı Rosa… Bergama’da içilen bütün cilveli çaylar, ağız dolusu gülüşler canına değsin.
Bergamalı Semiha’dan Polonyalı Rosa’ya bin selam olsun.